2 Şubat 2012 Perşembe

RUHUN ŞAD OLSUN EY KAHRAMAN !

UNUTULAN “ŞHT PLT ÜTĞM İBRAHİM GERÇEK’İN” HAYAT HİKAYESİ NEDİR?

Sevgili Lüleburgazlı hemşerilerim unutmayınız ki her yılın 21.Şubat tarihi bundan uzun yıllar önce bu tarihte yani “21.Şubat.1963” Perşembe günü gündüz sabahleyin saat 10.30-11.00 sularında rutin görev uçuşu için F-84 G Jet uçağı ile havalandığı Bandırma 6 Ana jet üssünden kalkarak Lüleburgaz’ın eskiden “Hava Radar Mevzii Komutanlığı” olan askeri tesisin üstüne geldiği sırada kaderin bir oyunu olarak beklenmedik bir anda uçağının hidrolik tesisatının patlaması nedeniyle arızalanarak kaçınılmaz bir sonla şehrimizin bir mahallesinin üzerine düşeceği anlaşıldığından o uçağın pilotu olan Şht.Plt.Ütgm İbrahim Gerçek’e Radar üssünden telsizle hemen paraşütle atlaması gerektiği söylenmiş olsa da bu kahraman pilotumuz bu durumda uçağının kontrolsüz bir şekilde şehrin üstüne düşerek daha büyük bir faciaya neden olacağını düşünerek ani bir kararla adeta canını feda edercesine saniyeler içersinde uçaktan atlamayarak uçağının o zaman bomboş bir tarla olan ama günümüzde bir mahalleye dönüşen boş bir arsaya çakılarak anında şehit düşmüştür.

Merhum’un Soyadı gibi gerçek bir olay olan bu acı olayın üzerinden geçen bunca yıl sonrada Lüleburgaz’ı olası bir faciadan kurtaran bu kahramanın hayat hikayesi öğrenildiğinde İlçemizde inanılmaz bir üzüntü yaşanmıştı.Çünkü Şht.Plt.Ütgm İbrahim Gerçek 1939 Büyük Erzincan depreminde bütün ailesini kaybederek öksüz ve yetim kalmıştı.Devletimizin himayesinde büyüdüğü Yetiştirme yurdundan “Kuleli Askeri Lisesini” kazanmış oradan da kendi istek ve arzusuyla gittiği “Hava Harp Okulun dan (1959-1.)”birincilik derecesiyle mezun olmuş,İzmir Hava Eğitim merkezinde aldığı uçuş eğitimiyle Hava Jet pilotu olarak nasp olduğu şanlı Hava Kuvvetlerimizin Bandırma 6 Ana Jet üssü komutanlığı emrinde görev yaparken 21.şubat 1963 ikili tim halinde Lüleburgaz semalrında uçarken meydana gelen o meşum kazada Lüleburgaz’da şehit düşmüş ve aziz naaş’ı Hava Kuvvetlerince alınarak Bandırma’da mevcut “Hava Şehitliğin ”de toprağa verilmiştir Gerçek mezarı bugün Bandırma da olup yanı başında yine kaderin bir başka tecellisi olarak Malatya’da kendisi gibi beklenmedik bir şekilde şehit olan aslen Lüleburgaz’ın Hamitabat köyünden “ Şht.Plt.Ütgm Mustafa Özdilek” ile yan yana gömülüdür..

Ölümünden bir yıl sonra İlçemizin o tarihteki Belediye Başkanı merhum İrfan Oruç zamanında Şht.Plt.Ütgm.İbrahim Gerçek’in bu kahramanlığını ebediyen yaşatmak ve gelecek kuşaklara örnek bir isim olarak kalması için Belediye Başkanlığı ve Lüleburgaz halkınca açılan büyük bir yardım kampanyası ile şimdiki Gençlik Parkı denen yerde Şht.Plt.Ütgm İbrahim Gerçek adına çok özel bir projeyle “Hava Şehitleri Anıtı” yapılmış ve açılmıştır.Yıllarca bu Anıtta pek çok resmi anma törenleri yapılmış olmasına karşın aradan geçen uzun yıllar sonrasında burasının şehrin tam ortasında kalan bir yer olmasıyla birilerine rant sağlamak amacıyla iyi korunamadığından bahisle zamanın bir başka Belediye Başkanı Çetin Yelmez döneminde Belediye meclisinde alınan bir kararla bu anıt Edirne bayırındaki Genel Şehitlik parkına taşınacağından yıktırılarak ortadan kaldırılmış ve böylece Lüleburgazlıların canını kurtarmak için kendi canını veren kahraman ve aziz bir Türk subayının hatırası Lüleburgaz’dan silinmiştir. Bu yetmiyormuş gibi uçağının düştüğü nokta olan arsa önceden planda yeşil alan iken sonradan Belediye İmar planında yapılan değişiklikle arsaya dönüşmüş burası arsa olarak satıldığından Türk Hava Kuvvetlerince dikilen mihenk taşı satın alan bazı kişiler tarafından parçalanarak kırılmış ve halende öyle durmaktadır. Bir diğer ayıpta Şht.Plt. adının verildiği Caddenin tabelasında yıllarca adı yanlış yazılmıştır.şehidin öksüz ve yetim olması sonucunda ne arayanı var nede soranı var olmadığından adı hep “Pilot İbrahim Gerçeker Caddesi“diye yanlış yazılarak halkımıza yutturulmuştur.

Yeni kitabımı yazarken işte böylesine büyük bir kahramanın gerçek hayat hikayesini öğrendiğimde anısına yapılan ancak yıktırılan anıtının İlgililerden tekrar yapılarak Lüleburgaz’da dikilmesini istediğimde inanılmaz zorluklar ve güçlüklerle karşılaşmama rağmen yaklaşık beş yıldan beri şehidimizin hakkını arayan bir kimse olarak en olumlu gelişme TOKİ idaresi tarafından Lüleburgaz’da yapılan evlerindeki İlköğretim okuluna “Şht.Plt.Ütgm.İbrahim Gerçek İÖO” ismi verilmiştir.İnşallah Anıtının da dikilmesi yakındır.Yıllardır şimdiki Belediye Başkanı olan kişiden bu anıtın tıpkı İzmit’te Kocaeli Büyükşehir tarafından Seka Parkı içinde İzmit’in tek Hava şehidi adına yapılan örnekteki gibi yapılmasını talep etmemize karşın nedendir bilinmez bu vatan haini düşmanlar şerefli bir Türk Subayının onun yaşadığı şehrini kurtarmak adına canını verirken nedense hala bu anıtı yaptırmadığı gibi tarafımdan kendi paramla yapılmasını da engellemektedir.Ama yukarıda Allah var inşallah Yüce Allahın inayetiyle bu anıt gün gelecek Lüleburgaz’da dikilecektir işte o zaman Lüleburgaz Halkı manevi borcunu ödemiş olacaktır hayırlısıyla inşallah diyelim

HER YIL 21.02 GÜNÜ YAPILAN ANMA GÜNÜNÜN DUYURUSU

ANMA …

BUNDAN YILLAR ÖNCE 21.01.1963 GÜNÜ BANDIRMA 6. ANA JET ÜSSÜNDEN GÖREV UÇUŞU İÇİN F-84-G UÇAĞIYLA MUTAT GÖREV UÇUŞU İÇİN HAVALANARAK GELDİĞİ LÜLEBURGAZ SEMALARINDA İKEN ARIZALANAN JET UÇAĞININ BÜYÜK BİR OLASILIKLA LÜLEBURGAZ ÜZERİNE DÜŞÜP BİR FACİAYA NEDEN OLMASINI ENGELLEMEK İÇİN PARAŞÜTLE ATLA EMRİNE RAĞMEN ATLAMAYARAK HAYATININ BAHARINDA 24 YAŞINDA TOPRAĞA ÇAKILIP CANINI "LÜLEBURGAZ HALKI "İÇİN FEDA EDEN VE ŞEHİT DÜŞEN ASLEN 1939 ERZİNCAN DOĞUMLU OLUP MEŞHUR ERZİNCAN DEPREMİNDE ÖKSÜZ VE YETİM KALAN DEVLET TARAFINDAN OKUTULAN HAVA HARP OKULU BİRİNCİSİ "1959-1" MEZUNU AZİZ VE KAHRAMAN “HV.ŞHT.PLT.ÜTGM.İBRAHİM GERÇEK’in” ASLA UNUTULMADIĞINI ONUN ŞAHSINDA TÜM ŞEHİTLERİMİZE YÜCE ALLAH’TAN RAHMET DİLEYEREK HER ÖLÜM GÜNÜNDE O'NU ANARKEN YAPMIŞ OLDUĞU KAHRAMANLIĞININ LÜLEBURGAZ HALKI TARAFINDAN HER ZAMAN MİNNETLE HATIRLANACAĞINI AZİZ HATIRASININ LÜLEBURGAZ- TOKİ BURGAZKENT KONUTLARINDA"MEB KIRKLARELİ-LÜLEBURGAZ ŞHT PLT ÜTGM İBRAHİM GERÇEK İÖO" İSMİ VERİLEN OKULDA YAŞATILACAĞINI ÖNEMLE BELİRTEREK RUHU ŞAD MEKANI CENNET OLSUN.BİR FANİ OLARAK BİZ UNUTULSAKTA ONUN UNUTULMAMASINI YÜREKTEN DİLERİM.

ORHAN SUAT-E.ÖĞ/ARAŞTIRMACI-GAZETECİ-YAZAR

SAĞLIĞIMIZI KORUYALIM

BUGÜNDE SAĞLIĞIMIZ İLE İLGİLİ BAZI ÖNEMLİ BİLGİLERİ OKUYUN

“YAĞ” ve “ŞEKER” Eğer hayvan merada %100 yeşillikle besleniyorsa, asla başka yabancı gıda almıyorsa, o tereyağı dünyanın en iyi yağıdır. Zeytinyağından da iyidir. Ama marketten satın aldığınız tereyağı ahırda beslenen, pancar küspesi, mısır silajı veya başka tahıllarla beslenen hayvanların yağıdırsizin sağlığınızı korumak için ne yediğinize bakmanız lazım. İşte temel hatalardan biri yağ seçimi.Biz ayçiçek yağı, mısırözü yağı, margarin veya endüstriyel tereyağı yediğimiz sürece hasta olmaya mahkumuz.Elimizde iki tane yağ var şu anda. Bir, zeytinyağı; iki, %100 mera sütünden yapılmış tereyağı. Peki fındık yağını nereye sokacağız? Bu liste içinde bakın fındık yağının yağ asit içeriği, yani temel yağ bileşimi zeytinyağına çok yakındır. Hasta edici bir yağ değildir. Ama zeytini sıkıyorsun, yağını elde ediyorsun. Fındığı eziyorsun, püre haline getiriyorsun, 80 dereceye ısıtıyorsun, eter katıyorsan, yağını öyle elde ediyorsun. Hangisi tercih edilir? Zeytinyağı tabii ki. Yani fındık yağını eve sokmanın bir alemi yok. Ha zeytinyağının tadına hiç tahammül edemiyorsan o zaman rafine zeytinyağı kullanabilirsin. O da işte fındık yağıyla aynı yöntemle elde edilir. Yani piyasa değeri olmayan, çok koyu, kokulu zeytin yağlar fabrikaya gönderilir. Onlar da 70-80 dereceye ısıtılır; sonra da eter katılır; yağ elde edilir. İlk etapta rafine zeytin yağı elde edilir. Hiç kokusu yoktur, hiç tadı yoktur. Eğer bu rafine zeytin yağına, %5 oranında sızma zeytin yağı katarsanız, o zaman riviera tipi zeytinyağı elde etmiş olursunuz. Hani marketlerde görüyorsunuz ya, o fabrika eseri bir yağdır; ayçiçekle filan karışmış değildir. Saf zeytinyağıdır. Ama neden yoksundur biliyor musunuz? Sızma Zeytinyağında var olan antioksidanlardan yoksundur. Çünkü oksitlenme, yani paslanma bütün bizim hastalıkların temelindeki ana unsurdur Nasılaçık havada bırakırsan demiri yağmurda paslanır, ama biz ne yaparız, antipasdiye bir boya süreriz paslanmasın diye. Vücudumuzun da antipasları vardır.

Bunlara biz antioksidan diyoruz.Antioksidanları ağırlıklı olarak sebze-meyvelerden elde ediyoruz. Zeytinyağı antioksidanlardan çok zengindir ve kalp hastalıklarına karşı koruyuculuğu önemli oranda antioksidanlardan dolayı kaynaklanmaktadır. Ama biz onu ısıttığımız zaman, rafine zeytinyağı elde ettiğimiz zaman, bu unsurları geniş ölçüde kaybediyor. O yüzden mümkün mertebe sızma zeytinyağı kullanmalıyız ve çocuklarımıza da bu tadı alıştırmamız lazım.İkinci temel hatamıza geçmeden birincisi olan yağ seçimini özetlersek, daha Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinin Trabzon bölümünde, hamsinin zeytinyağı ile kızartıldığının tarifi vardır. Sen 500 sene önce bu topraklarda bunu biliyordun. Ama biz, dış etkilerle doğruyu unutturulduk ve yanlışlara sürüklendik. İşte o yanlışlıklar bizi hastalıklara sürüklüyor. Zaten dünyada bir tek Akdeniz yöresinde yetişiyor. Şimdi Arjantin’de, Çin’de zeytin ağacı yetiştirilmeye çalışılıyor. Biz toprağındayız. 5.000 yıldır bu topraklarda zeytinyağı kullanılıyor. Ne olur biraz özümüze geri dönelim.İkinci büyük hata şeker. Hayatımızda şeker, insanlık tarihi itibarıyla bakarsanız çok yeni bir olgu.Peki şeker bir besin maddesi midir Değildir.Çünkü besin maddesini nasıl tanımlıyoruz? İnsanın bedensel ve ruhsal işlevlerini ve çoğalmak için, yani neslini sürdürmek için gerekli maddelere biz besin maddeleri diyoruz. Şeker, insanın herhangi bir işlevini yerine getirmek için gerekli mi?

Evet. Beyin glikozla çalışıyor.Omurilik hücreleri glikozla çalışıyor. Eritrosit dediğimiz alyuvarlar glikozla çalışıyor. Enerji kaynağı olarak glikozu kullanıyor. Peki dışarıdan şeker alıp da daha akıllı olan bir insan gördünüz mü?Hani beyin glikozla çalışıyor ya, şeker yediği için daha akıllı olan bir insan gördünüz mü? Veya sperm, enerji kaynağı olarak früktozu kullanıyor. Meyve yiyip de daha müthiş erkek olanı gördünüz mü? Çünkü; insanın gereksinimi olan glikozu da früktozu da vücut kendisi üretiyor.

Dışarıdan asla alınmasına gerek yok. Dolayısıyla biz şeker yediğimiz zaman tamamen sadece damak zevkimiz için yiyoruz. Asla hiçbir bedensel ihtiyacımız yok.

O yüzden şekere boş kalori denir. Yani gereksiz yere aldığımız kalori. E bugün bakın şimdi son bir hafta içinde yediklerinize, ne kadar boş kalori aldınız? Çok… Niye? Hasta olmak için, Sadece hasta olmanıza katkıda bulundu. Bir de son zamanlarda pancardan elde edilen şeker de bir yana bırakıldı; daha ucuz olsun diye mısırdan elde edilen şeker kullanılmaya başlandı. Fruktozdan zengin mısır şurubu. Ne yazık ki, bizim gıda tüzüğümüzde farklı şekerlerin farklı adlandırılması zorunluluğu yok. Şeker şekerdir mantığıyla ister nişasta bazlı şeker yani mısır nişastasından elde edilmiş şeker olsun ister pancar şekeri ister … şekeri olsun hepsinin üstünde şeker yazılması yeterli.Halbuki mısırdan elde edilen fruktozdan zengin mısır şurubu, aynı miktar kaloride bile olsa normal şekere göre % 46 daha şişmanlatıcı Özellikle karın bölgesi yağlanmasına yol açıyor. Bu bilimsel olarak kanıtlandı. Dünyanın en saygın üniversitelerinden biri, Amerika’da bir teknik üniversitenin bir öğretim üyesinin sözünü ödünç alarak size söylemek istiyorum “Yaşadığımız çağ, akademik kapitalizm.” Yani sermaye sahiplerinin akademisyenleri satın alması sonucu, toplumla paylaşmak istediklerini akademisyenlere söylettirdikleri çağdayız.. Yani satılmış insanların çağı. Satılmış bilim insanlarının çağındayız.

Üçüncüsü ise karaciğer yağlanması. Ama ne tür bir yağlanma? Alkolizm dışı bir yağlanma. O yüzden biz buna alkol dışı karaciğer yağlanması deniyor. Ve alkol dışı karaciğer yağlanması, özel tipli bir siroza neden oluyor. Atatürk’ün öldüğü siroz hastalığı var ya. Özel bir tipte siroz hastalığı, kriptojenik siroz deniyor buna. Amerika’da son otuz yıl içinde üç kat artan karaciğer kanserinin de kriptojenik siroz sonucu olduğu belirtiliyor. Yani sonuçta Amerika’da son 30 yılda üç kattan fazla görülen karaciğer kanserinin sebebi mısır şurubudur. Bu, bu kadar açıkken bizim bakanlığımız dün yaptığı açıklamada hiçbir bilimsel kanıt sunulamamıştır diyor. Benim 110 tane bilimsel yayın kullanarak yazdığım, on yedi sayfalık raporu da çiğneyerek bunu yapmış. 17 sayfalık rapor gönderdim onlara. 110 tane de literatür ekledim. Amaneoliberalizmdeki iktidarlar sermayenin iktidarıdır; vatandaşın iktidarı değildir. Yurttaşın iktidarı değildir...Ne olur çocuklarınızı mısır şurubundan uzak tutun. Hem şekerden uzak tutun ama özellikle de yani gofret, bisküvi kek dışardan alacağına az şekerli bir keki evde kendin yap.Yani ambalajlı bir ürün sunmayın çocuklarınıza.Bugün gıda sanayisinde sadece ve sadece aksi belirtilmediği takdirde mısır şurubu kullanılıyor. Dondurmalarda o kullanılıyor, hazır aldığınız baklavanın şerbeti bile mısır şurubundan.Kartal’da onun fabrikası var Ülker’le Cargill firmalarının ortak kurdukları bir fabrika. Baklava şerbeti bile oradan geliyor. Çocuklarınıza illa tatlı bir şey yedirecekseniz, ne olur evde kendiniz yapın ve olabildiğince az şekerli yapın. Çünkü total olarak da şeker zararlı zaten, yani;insanın
zarar görmeden günde tüketebileceği şeker miktarı 30 gram dolayındadır.
30 gram, 8 kesme şekeri yapar.Ama bu şekerin içinde ne yazık ki meyve de var, bal da var, yani siz kahvaltıda bir tatlı kaşığı bal yediyseniz, hakkınız 7 ye düştü. Bu hakkınızı ağırlıklı olarak meyve olarak değerlendirin. Eğer bugün hiç şeker yememişseniz, bal dahi yememişseniz, çayınıza hiç şeker koymamışsanız, başka hiçbir şeker kaynağı da yoksa, 8 kesme şekerin karşılığı 300 gram portakal veya 300 gram elma veya 400 gram kiraz veya vişne veya 100 gram kadar muz, incir veya üzüm yiyebilirsiniz. Ama sadece 100 gram. Yani mandalina zamanı koy hanım önüme bir kilo mandalinayı ben bunu yiyeyim bu sağlıklı değil. Siz sınırsızca sebze yiyebilirsiniz ama meyve sınırlı yemeniz lazım. Meyvenin fazlası da şişmanlatır. Ve zararlıdır, karaciğer yağlanması yapar….. Yani meyve tek başına bile hem karaciğer yağlanması, hem karın tipi şişmanlık yapabilir. Karın tipi şişmanlığın çok özel bir yeri vardır. Bağırsak çevresindeki iç organların çevresindeki yağlar hormonal etkin yağlardır ve bu hormonal etkin yağlar ne yazık ki kanser oluşumunda da, kalp-damar hastalığı oluşumunda da etkindir. O yüzden eşit bir şişmanlık, yani kollar bacaklar her taraf eşit ama karın büyümemiş. Bu şişmanlığa çok itirazım yok. Karın tipi şişmanlık eşittir şeker hastalığı, eşittir kalp hastalığı, eşittir kanser.

O yüzden göbekler inecek. Göbekler inmediği sürece sağlıklı olma şansımız yok. Göbekleri indirmek içinde şekerden uzak duracağız. Çünkü en çok karın tipi şişmanlık yapan früktozdur. Bizim yediğimiz pancar şekerinin de yarısı früktozdur. Yediğimiz meyvenin şekerinin de yarısı früktozdur. Biz früktozu azaltmak zorundayız. Karın tipi şişmanlığı, dolayısıyla kalp hastalığı, kanser, inme gibi hastalıklardan kurtulmak istiyorsak karnımız inecek.Bütün şekerler esmerdir. Üretim aşamasında karamelize olur. O yüzden esmerdir ama yıkandıkça üzerindeki karamel atılır, rafine edildikçe beyazlaşır. Yani senin dediğin esmer şeker, yediğin beyaz şekerin üretimdeki bir önceki aşamasıdır. Sadece ticari bir tuzak. Daha yüksek fiyata satabilmek için ticari bir tuzak. Şimdi karaciğer yağlanmasının önemli bir bölümü selim seyredebilir. Yani her hangi bir sorun yaratmadan da insan ömrünü bununla sürdürebilir. Ama bir bölümü yine hatalı beslenmenin devam etmesi koşuluyla, yağlı karaciğer iltihabına dönüşebilir. Alkol dışı yağlı karaciğer iltihaplanmasıdır bu hastalığın adı. Ciddi karaciğer yetersizliği, siroz karaciğer kanseri aşamasıdır. Bazen yağlı karaciğer iltihabı olmadan da sadece yağlı karaciğer aşamasında da bazı hastalıklar çıkabilir ama yağlı karaciğeriniz varsa iki yol var sizin önünüzde; biri nispeten hayatınızı idame edeceğiniz bir yol öbürü de ölümdür. O yüzden ne yapıp yapıp karaciğer yağlanmasını tedavi ettirmelisiniz. Bunun da temelinde şekeri tümüyle sıfırlamanız geliyor. Ancak iki yıl gibi bir süre içinde toparlayabilirsiniz. Şeker kesmeyi dile getirdiğimiz zaman
karaciğer yağlanması açısından, o zaman nişastayı da kesmemiz lazım.Çünkü nişasta, daha ağzımızda çiğnendiğinde tükürükle glikoza dönüşür. Şekerdir; yani nişasta da şekerdir.
- Kolesterolün karaciğer yağlanmasıyla bir ilgisi var mı?

- Kolesterol olmazsa hayat olmaz. Bütün hormonlarımızın ham maddesi kolesteroldür. O yüzden zaten anne sütünde kolesterol çok yüksektir. Çocuğun hormonlarının üretilmesi için başlangıçta anneden aldığı kolesterole ihtiyacı vardır.Kolesterol masum bir maddedir. Ama oksitlenirse oksikolesterole dönüşür ve damar sertliği yapar. Peki oksitleyen ne? Şeker.Yedikten sonra şeker trigliseride dönüşür. Yağdır o ve o trigliseritten kolesterolü oksitleyerek damar sertliği yapar bir. İki;ayçiçeği yağı, mısır özü yağı veya margarinden elde edilen trans yağ asitleri kolesterolü oksitler ve böylece damar sertliği oluşur.Üç, yapay yemle beslenen hayvanların sütünde de iç yağı vardır. Damar sertliği yapıcı doymuş yağ asitleri vardır, bunlar kolesterolü oksitler ve hasta eder bizleri. Şimdi hayvanın merada otlarsa ayçiçeği yağı mısırözü yağı margarin kullanmazsan şekeri de azaltırsan senin damar sertliği olma şansın kalmıyor. Kolesterolün ne olursa olsun. Ama bu bilgi kolesterol ilacı üreten Amerikan şirketlerinin işine gelmiyor.yılda sadece kolesterol ilacı satımından
50 milyar dolar elde ediyorlar.

O yüzden de Amerikan tıbbı bize ne emrediyor? Kolesterol ilacı ver diyor. Bakın gazetelere yansıyan bir gerçek var. Nasıl bizim Sağlık Bakanlığımız bir bilimsel kurul kurdu, Amerika’da da böyle bir bilimsel kurul kuruldu ve “Normal kolesterol düzeyi kaçtır?” sorusuna bilim kurulu yanıt versin istendi. Ve de normalin çok altı bir değer, 200 mü kabul ediliyor normal,150 gibi bir değer ileri sürdüler. Sonradan ortaya çıktı ki bilim kurulunda yer alan 9 öğretim üyesinin dokuzu da ilaç şirketlerinden rüşvet almışlar.Kızartmalarda ne tip yağ kullanmak gerekir?Kesinlikle zeytinyağı, kesinlikle.Peki, zeytinyağının yanma derecesi ayçiçeği yağından yüksek midir?
- 240 derece, ayçiçeği yağından çok daha yüksektir. Tava ısısı normal şartlarda 180 dereceyi çok az aşar. O yüzden rahatlıkla zeytinyağını kullanabilirsiniz ama dumanlaşma derecesi diye teknik jargonda adlandırılır sızma zeytinyağını kullandığınız zaman çok daha düşük derecelerde dumanlanma görürsünüz. O su buharıdır. Su buharıdır ve içindeki bazı organik maddeler yanar, koku maddeleri tat maddeleri yanar. O yüzden o, yağın yandığı anlamında değildir. Ne olur yanılmayın. Yağ yanmıyor. İçindeki bazı koku, renk maddeleri yanıyor. 240 dereceye kadar dayanan bir yağdır.

İŞTE ATATÜRK'ÜN SÖZLERİ HERŞEYİ ANLATIYOR

M. Kemal Atatürk'den

“… Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkar paylaşarak birleşmiş ittifak etmişlerdir.

Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar duygular fikirler Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bir takım bahanelerle Türkiye’nin iç hayatına iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Güç ve kuvvet elde etmişlerdir.

“… Bunların etkisinde kalarak milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin! Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir tarihte böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır.

İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakatlanmış bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her yıl, her yüzyıl biraz daha gerilemiş, daha çok düşmüştür.

“…Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, aczle başlamıştır. Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektirdiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı, bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar Bizi idare etsin’ diyorlardı.”

Mustafa Kemal

6 Mart 1922

İŞTE ATATÜRKÇÜ GENÇLİK BUDUR...

KURTULUŞ SAVAŞI VE GENÇLİK

Atatürk'ün başlattığı bağımsızlık savaşının sonucunda, "hasta adam" teşhisi konulan bir yönetim, çağdaş, güçlü ve bağımsız yepyeni bir devlet kurmuştur. Atatürk bu mücadelesi ile insanlığa zorluklar karşısında yılmamanın önemini, azmin ve inancın gücü ile her türlü zorluğun aşılabileceğini, Türk Milleti'nin sahip olduğu asıl gücün nasıl büyük başarılar kazanabileceğini göstermiştir. Türk Milleti'nin 1918 yılında içinde bulunduğu karanlık tablonun değiştirilmesinde, vatan topraklarının düşman işgalinden kurtulup Cumhuriyet'in temellerinin atılmasında Türk gençlerinin büyük katkısı olmuştur.

Gençler Kurtuluş Savaşı öncesinde ve sonrasında hep aktif olarak Milli Mücadele'nin içinde yer almışlardır. Atatürk, Milli Mücadele'nin kazanılmasında gençlerin ne denli önemli bir sorumluluk yüklendiklerini görerek şöyle demiştir:

Gençler! Vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. (1919) Atatürk'ün gençlere duyduğu güven, özellikle Milli Mücadele boyunca gençlerin kararlılıklarına, bağımsızlık konusunda gösterdikleri iradeye, fedakarlıklarına ve cesaretlerine şahit olması ile pekişmiştir. Gençlerin bağımsızlıklarına düşkünlükleri, özgürlük ve bağımsızlığın kendisinin karakteri olduğunu söyleyen Atatürk için çok önemlidir. Bir ulusta şerefin, haysiyetin, namusun varlığının ve sürekliliğinin, o ulusun özgürlük ve bağımsızlığa sahip olmasıyla mümkün olduğuna inanan Atatürk, bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmektedir: Ben yaşayabilmek için kesinlikle bağımsız bir ulusun çocuğu olarak kalmalıyım. Bu nedenle, ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. Ulus ve ülke yararlarının gerektirdiği, insanlığı oluşturan uluslardan her biriyle uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerine büyük bir duyarlılıkla değer veririm. Ancak benim ulusumu tutsak etmek isteyen herhangi bir ulusun, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.

Milli birlik ve beraberliğin sağlanmaya ve ülkenin geleceğinin belirlenmeye çalışıldığı ilk günlerde ise, tam bağımsızlıktan yana olmayan çevrelerin varlığı, manda yönetimi ihtimalini gündeme getirmiştir. Gerek ülkenin içinde bulunduğu koşulların ağırlığı, gerekse özveriden kaçınan kimi çevrelerin telkinleri, manda teklifinin ülkenin geleceğinin tartışıldığı en önemli toplantılardan biri olan Sivas Kongresi'nde ele alınmasına neden olmuştur. İşte bu dönemde gençlerin büyük çoğunluğunun, tek çözümü tam bağımsızlılığı savunan Atatürk'e destek olmakta bulmaları, Cumhuriyet tarihinin önemli gelişmelerindendir.Sivas Kongresi'ne tıp öğrencileri adına katılan bir sözcünün Mustafa Kemal'e hitaben yaptığı şu konuşma, Türk gençliğinin bağımsızlık mücadelesinde her yönüyle yer alacağını ortaya koymuştur:

“ Paşam, üyesi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki göreve katılmak üzere göndermişlerdir.Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farz edelim, manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal'i tel'in ederiz.”Atatürk gençlerin bu tavrından çok memnun kalmış, bağımsızlık için göze aldıkları fedakarlıkları ve gösterdikleri cesareti takdirle karşılamıştır: Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk milli bünyesinde asil kanın ifadesine dikkat edin. Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta olsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz... Parolamız tektir ve değişmez: “Ya istiklal ya ölüm.”

Türk gençliğinin gösterdiği bu kararlı tavır, bağımsızlık savaşı boyunca da devam etmiştir. Cephede vatan için savaşan gençlerin yanı sıra, cephe gerisinde yer alanlar da yaptıkları organizasyonlarla ve düzenledikleri mitinglerle, halkın bağımsızlık fikri etrafında kenetlenmesini sağlamışlardır. Yoksulluk, açlık, imkansızlıklar, işgal, iç isyanlar, düşmanla iş birliği yapan hainler ve ölüm tehlikesi gençleri yıldırmamış, bağımsızlık onlar için en değerli ideal olmuştur. Tüm bunlar Atamızın, bağımsızlığın muhakkak kazanılacağına dair inancını daha da güçlendirmiştir:Vatan mutlaka kurtulacak, millet mutlaka mutlu olacaktır. Çünkü kendi kurtuluşunu, kendi mutluluğunu memleketin ve milletin mutluluk ve kurtuluşu için feda edebilen vatan evlatları çoktur.

GENÇLİK KİMDİR NEDİR?

ATATÜRK TÜRK GENÇLİĞİNE NEDEN GÜVENİYORDU?

"Milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkada kalmayacak" diyen Mustafa Kemal Atatürk, Türk gençliğine her zaman için büyük güven duymuştur: Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum! Atatürk'ün Türk gençliğine duyduğu güven, 1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı günlere dayanır. İşgalin en ağır günlerinin yaşandığı ve ülke genelinde belirsizliğin hakim olduğu günlerde, Atatürk gençlerin kendisine umut verdiğini şöyle ifade etmektedir: Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan kuvvet yalnız azim memleket ve millet hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanları içinde, sırf vatan ve hakikat aşkı ile ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür. 1919 yılında yaptığı bir başka konuşmasında ise içinde bulunulan koşulların gelecekte asla unutulmaması gerektiğini belirtirken, genç nesile duyduğu güveni bir kez daha dile getirmişti: Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl mukavemet ettiğimiz ve daha doğrusu milletin arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten her şey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe bırakacağız, o gençlik ki hiçbir şeyi unutmayacaktır; geleceğin ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.

Atatürk'ün gençliğe bu derece güvenmesinin temelinde doğru eğitim almış, kişiliği tam anlamı ile gelişmiş bir gençliğin nelere güç yetirebileceğini biliyor olması bulunmaktadır. Atatürk gençliğin toplumdaki yerini ve toplumsal değişimdeki önemini kavramış ve genç neslin üstleneceği dinamizme inanmıştır. Zeki, doğruyu yanlıştan ayırabilecek vicdana sahip, manevi olarak güçlü, ahlaklı, kütürlü, ülkenin sorunları ile ilgili, bu sorunlara kalıcı çözümler üretebilen, milli karakteri temsil eden, çalışkan, vatansever, tarihi bilince sahip bir gençliğin ülke nasıl bir duruma düşerse düşsün her zorluğu aşabileceği bir gerçektir. Bu nitelikte bir genç nesil topluma cesaret ve güç verecek, o toplumu sürekli daha ileriye taşıyacaktır. Atatürk de "Gençler, cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizsiniz" derken, Türk gençliğinin bu özelliklere sahip olan asil bir gençlik olduğuna inanmıştır. Başkumandanlık Meydan Savaşı'nın ikinci yıldönümünde söylenen bu sözlerde Atatürk'ün gençliğe inancı ve güveni açıkça görülmektedir.

Gençleri, "bugünün teminatı, yarının garantisi" olarak gören Atatürk'e göre Türk gençliği "terbiye ve kültürü ile vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli simgesi olacaktır." Bunun için gençliğin sorumluluklarının bilincinde, Atatürk ilkelerinin fikirlerini ve ideolojisini benimsemiş ve onun yolundan ayrılmamaya azmetmiş bir gençlik olması şarttır. Bu azim ve şevkin ölçüsünü, kendisini yorulmadan izleyeceklerini söyleyen bir grup gence Atatürk şöyle tarif etmiştir: Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni izlemeye söz vermişsiniz. İşte ben bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni izleyeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmak ne demek? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni izlemektir. Yorgunluk insan için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir güç vardır ki, işte bu güç yorulanları dinlendirmeden yürütür.

Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız bile beni izleyeceksiniz. Ben bu akşam buraya yalnız bunu anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler hiçbir zaman yorulmazlar. Türk gençliği hedefe, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.

Değişen Global Dünya koşulları ve Emperyalizm emelleri içinde Cumhuriyetimiz kuruluşundan beri bugünlerde gördüğü ihaneti ve düşmanlığı görmedi yaşamadı bize bunu yaşatanları Büyük Atatürk’ün inandığı demokrasi yolu ile temizlemeye az kaldı. Haydi Atatürkçü Gençler seçimde söz sizdedir…

ATATÜRK VE GENÇLİK HAKKINDA BİR GÖRÜŞ

ATATÜRK’ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE BAKIŞI…

Atatürk'ün hayatını inceleyen ve dünya görüşünü bilen herkes, gençlerin Atatürk için özel bir anlamı olduğunu da bilir. Atatürk için gençlik, aydınlık bir gelecek için önemli bir güç, Cumhuriyetin üzerine inşa edildiği tüm değerleri koruyup yaşatacak olan bir kuvvettir. Bu nedenle Atatürk gençliğe çok büyük değer vermiş ve onlara her zaman güvenmiştir. Milli Mücadele için yola çıktığı ilk günlerden itibaren kendisinin en önemli destekçilerinin gençler olacağını sık sık belirten Atatürk, bağımsızlığın kazanılıp Cumhuriyetin kurulmasının ardından da gençlik konusuna özel önem göstermiştir. Yurt gezilerinde genelde öncelikli olarak liseleri ziyaret edip gençlere doğrudan hitap etmiş, gençlerle sürekli diyalog içinde olmaya özen göstermiştir. Konuşmalarında sık sık gençlerden beklentilerini ve nasıl bir gençlik istediğini dile getiren Atamız, Büyük Nutuk'un son bölümünde yer alan "Gençliğe Hitabe" ile de gençliğin her türlü sorunun üstesinden gelebileceğine duyduğu inancı vurgulamıştır.Benim öğretmenlik hayatım boyunca derslerimde ilk gün yaptığım gibi Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin İngilizcesini yazdırıp ezberletmek olduğunu ve bunun yetiştirdiğim binlerce öğrencim tarafından hatırlanıp hala okunmasından duyduğum onur sonsuzdur.

Atatürk'ün liderliğini yapmış olduğu bağımsızlık mücadelesi, bu mücadelenin yapıldığı koşullar ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni bekleyen iç ve dış tehlikeler göz önünde bulundurulduğunda, Atatürk'ün gençliğe neden bu kadar önem verdiği daha iyi anlaşılacaktır. Ülkenin dört bir yanının düşman işgali altında olduğu, devlet otoritesinin neredeyse tamamen ortadan kalktığı, bencil ve durumdan kendi menfaatlerine pay çıkarmaya çalışan kişilerin aleyhte faaliyetler gösterdiği bir ortamda birlik ve beraberliğin sağlanması, tüm imkanların Milli Mücadele bayrağı altında birleştirilmesi bağımsızlık savaşının en büyük zorluklarından olmuştur. Böyle bir dönemde gençler, Atatürk'e, aldığı tüm kararlarda bağlılık göstermiş, savaş sırasında da cephede ve cephe gerisinde önemli başarılar elde etmişlerdir. Bununla birlikte Atatürk açısından gençlerin en önemli sorumluluğu Cumhuriyet'in ilan edilmesi ile başlamıştır. Gerek dünyanın içinde bulunduğu siyasi belirsizlik, gerekse yeni Cumhuriyet'e karşı iç veya dış kaynaklı kurulan çeşitli komplolar en az Milli Mücadele dönemi kadar zor bir dönemin yaşanmasına neden olmuştur. Bir yandan ekonomik zorluklar, bir yandan savaş sonrası yaşanan sosyal problemler gibi yeni kurulan bir devletin karşılaştığı çeşitli sorunların aşılmasında Atatürk gençlerin dinamizmine, enerjilerine ve hepsinden önemlisi Atatürk ilkelerine duydukları sadakate güvenmiştir. Bu nedenledir ki, Türkiye'nin geleceğinin en önemli dayanaklarından biri olarak gördüğü gençliğe şöyle seslenmektedir:

“Gençler! Cesaretimizi takviye ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile, insanlık meziyetinin, vatan, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! İstikbâl sizindir. Cumhuriyet'i biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”

Bu sözleri ile Cumhuriyet'i yalnızca korumak değil, yükseltmek görevini de gençlere veren Atatürk, bunun ancak güzel ahlakı, adaleti, haksızlıkla ve zulümle mücadele etmeyi, milli ve manevi değerlerimize bağlı kalmayı, tarihimizle gurur duymayı bununla birlikte yüzümüzü de sürekli geleceğe dönük tutmayı öngören ilkelerinin ayakta tutulması ile sağlanacağına dikkat çekmiştir. "İsterim ki, daima idealimi gençlere aşılayasınız ve daima korumak hususunda çalışasınız." sözleri ile dile getirilen bu istek, bir anlamda Atamızın bizlere en önemli miraslarından biridir. Bunu yerine getirebilmek için çaba göstermek, Atatürk'ü anlamak ve anlatmak için faaliyette bulunmak gençliğin bilinçlenmesinde önemli bir rol oynayacak, böylece Atatürk'ün başlatmış olduğu reformlar tam olarak hedefine ulaşacaktır.

ATATÜRKÇÜLÜK HAKKINDA BİRKAÇ SÖZÜM VAR

ATATÜRK’Ü KASTEN YANLIŞ ANLATANLARA CEVAPTIR

Özellikle Çılgın Türklerin yazarı olarak bilinen büyük Atatürkçü insan Turgut Özakman’ın basında çıkan röportajlarından anlaşıldığı üzere Atatürkçü geçinen bir kişinin Büyük Önderimiz Atatürk’ün arşivlerde var olan fotoğraflarından aldığı görüntüleriyle dijital teknik kullanılarak “Sigara sponsörlerinden” kaptığı milyarlarla yaptığı son yılların en çok tartışılan “MUSTAFA” filmi üzerine ülkemizde kopan fırtınanın izleri dinmek bilmiyor. Nasıl dinsin ki kendisine 2.Cumhuriyetçi denen bir takım entel dantel ot obur kafalı sakallı çağın gerisinde kalmış bazı İstanbul’un snop züppelerinin tele-vole kültürüne ve bazı gerici kafaların ekmeğine yağ süren yabancılara özelliklede kapısında kul köle olduğumuz AB’nin ikiyüzlü riyakar sözde dost aslında Ülkemize en büyük düşman olan Ülkelerine “isimlerini siz biliyorsunuz” hizmet eden fikirleriyle yapılan bu filmin Atatürk gibi bir büyük insanı değil küçültmek ancak daha yücelteceğini hiç hesaplamış olacaklardır.Neyse ki Sanatçı Zülfü Livaneli’nin yapımcısı olduğu “VEDA” filmi ile Mint Yapım Birol Güven’in senaryosunu Büyük Atatürkçü yazar Turgut Özakman’a yazdırdığı “DERSİMİZ ATATÜRK” filmleri Can Dündar’a dersini vermiştir.Bugün kendiside yaptığı hatasının farkına varmış ve geri dönüş yapmış olsada açtığı yara kapanacak gibi değildir.Biz Atatürkçüler “Mustafa” filmini çevirenlerin hangi yüzle toplum içine çıktıklarını hep biliyoruz.Ulu Önder Atatürk’te yıllarca öncesinden bu tip dönme ve riyakar insanların olabileceğini düşünerek bizlere şunları söylemişti.

Bir zaman gelir,beni unutmak ve unutturmak isteyen gayretler belirebilir.Fikirlerimi inkar edenler ve beni yerenler çıkabilir.Hatta bunlar,benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki bu fikirler Hint’ten Mısır’dan döner dolaşır gene gelir verimli neticeleri kalpleri doldurur.”

İşte bu açıdan baktığımızda bazı yerli entel dantel uşakların veya bazı din bezirganlarının günümüzde ve önümüzdeki yıllarda da olacağını uzun yıllar öncesinden gören ölümsüz insan dahi Atatürk bize kendisini en iyi anlayalım diye “NUTUK” eserini miras bırakmıştır. Nutuk’ta anlattıkları tamamen Atamızın kendi el yazısı ile yazılmış olup kendi öz fikirleridir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunun kronolojik ve bibliyografik anlamda ki ilk ve tek eseridir.Biz orada yazılanlara inanırız ve onları tanırız.Atatürk’e düşman ve onun gibi zihniyetini temsil eden riyakar uşakların değil.

Bir yapımcının Sabancı Holding ve NTV destekli bu filmin için aldığın 700 Bin TL yani 700 milyar TL para zehir zıkkım olsun ne yazıktır ki sana bu parayı ödeyenler arasında Atatürkçü rahmetli Sakıp Ağanın yeğeni olan şimdiki Sabancı Holding Yönetim kurulu Başkanı olan Güler Sabancı’dan beklenen bu ülkenin kurucusu olan Yüce Atatürk hakkında tıpkı Fatih Sultan Mehmet için yapılan “FETİH” filmi gibi ,ABD deki Hollywood sinemasının tekniklerini kullanarak dünyaca ünlü markalardan ve stüdyolardan yararlanarak Senaryosunu bizzat en büyük Atatürkçü yazar Turgut Özakman’ın yazacağı “Bir milletin Atası Atatürk’ü tanıyalım ” isimli bir filme sponsor olmanız ve bunu Sabancı Holding ile Garanti Bankasının sahibi Ferit Şahenk ile birlikte finanse ederek kendinizi affettirmenizdir.Yoksa bu Millet sizin yıllardan beri hangi şartlarda Atatürk’ün kurduğu TC Devletinde nasıl karun kadar zengin olduğunuzu çok iyi bilmektedir bunu yapmazsanız günü gelince de bütün bunların hesabını soracaktır Şurası bir gerçektir ki yeni değil bunlar ayni merkezden yönetilen Vatan haini, riyakar dönek ve satılık başka devletlerin kuklası olanlar her devirde olacaktırlar.Bu tip insanlar Atatürk hakkında ne yapsalar ne etseler Milletin gönlündeki Atatürk sevgisini asla atamayacaklarını bildiklerinden dış güçlerden Sorozdan sağladıkları parayla satılarak aldıkları maddi güçle milleti alıştıra alıştıra Atatürk’ten soğutmaya bakacaklardır.Hatta Ulu önderimizin Anıtkabirini bile kaldırmaya yelteneceklerdir.Oysa Ulu önderimizin sözlerini de hiç okumazlar ve görmezlermi.Bakın Atatürk ne diyor: “İki Mustafa vardır.Biri ben,et ve kemik geçici Mustafa Kemal…İkinci Mustafa Kemal,onu “ben” kelimesiyle ifade edemem;o,ben değil bizdir!O,memleketin her köşesinde yeni fikir,yeni hayat ve büyük ülkü ile uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur.Ben onların rüyasını temsil ediyorum.Benim teşebbüslerim,onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir.O Mustafa Kemal sizsiniz,hepinizsiniz.Geçici olmayan,yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal budur!”

Yıllardan beri bu din bezirganı kafaların yaptığı en büyük kötülüklerden biriside Atatürk’ün Yüce Dinimiz İslam’a karşıymış gibi gösterilip yıpratılmasına neden olmalarıdır. Oysa Yüce Atatürk asla kutsal İslam dinine karşı değil tam aksi koyu bir dindardı.Ne varki o zamanda var olan bazı hurafeci geri kafalı din bezirganlarına ve günümüzde de hala örnekleri olanlarına karşı çıkmıştır.O’nun Osmanlının çökmesine neden olan fanatik din bağnazlığı ve din tacirlerine karşı yürüttüğü bilimsel ve akıllı devrimlerle yapmak istediği reformlara karşı kuyruk acısı olanlar hep olmuştur.Onun koyduğu Laiklik sayesinde din ve devlet işlerini ayırmıştır.Atatürk’e karşı olan din tacirleri her türlü haltı yerken O bunları önlemek için uğraşmış ve elbette birçok düşman kazanmıştır. Bütün Atatürk düşmanı hainler bilsinler ki Atatürk eğer ki isteseydi sizin çok sevdiğiniz Padişahınız da Halifeniz de olurdu ve adına da sinemalarda bir zaman oynayan “Son Osmanlı” filmi gibi “Padişah-Halife 7.Mustafa” sıfatını eklerdi ama gene de ayni yeniliklerini yapardı. Bu O’nun dinimize değil karşı olması aksine dinimize aşırı saygılı olmasıdır. Günümüzdeki Cemaat dışında kalan gerçek Din alimlerinin Atatürk’ü koruması şarttır. Atatürk’ün İlk Diyanet İşleri Başkanı olarak atadığı büyük alim din adamı merhum Din alimi Elmalılı İbrahim Hakkı Efendinin yazdığı ve anlattığı bir çok tarihi olay vardır.Örneğin bazı alçakların yapmak istediği gibi Atamız Yüce İslam dinine değil karşı gelmek aksine Tokyo’da kendi cebinden para verip Cami yaptırdığını kaç kişi biliyordur.Günümüzde bazı ülkelerde yaşanan şeriat ve benzeri yaşam biçimine karşı olması bir reformcu için en doğal olaydır.Bu nedenle de hiçbir İslam ülkesinde yer almayan Laiklik ilkesi sadece Türkiye de Anayasa ile korunan bir nizamdır.Bunun için bakınız Atatürk ne söylemiş

“Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir.Bu gibi oyuncular varsa,kendilerine başka taraflarda iş arasınlar!Mazinin dalgınlıkları,paslı durgunlukları,Türkiye halkının dimağından silinmiş olduğunda şüphe ve teretdüte yer yoktur.Eriştiğimiz mesut vaziyetten bir adım geriye gitmek,kimsenin söz konusu etmeye dahi yetkili kat’i bir hakikattir.”

Atatürk düşmanları şunu bilsinler ki biz Atatürkçüler bir ölür bin doğarız Hasan Mezarcı gibi ,Almanya’da ki Kara ses Kaplan gibi,TBMM de Demokrasi kisvesi altında bölücülük yapan PKK uşakları partililer bu memleket sizin gibi sahibinin sesi satılmışları çok gördü geçirdi ne yapsanız ne etseniz Ulusumuzu Atatürkçülükten Atatürk’ün yolundan ve Kemalizm sevgisinden asla ve kat’a vazgeçiremezsiniz.Hele bu memlekette TSK gibi yüreklerinde bitmez tükenmez bir Atatürk sevgisi taşıyan bir kurum oldukça sizler daha çok havanızı alırsınız.Türk Milletine hür ve bağımsız müslüman bir devlet kuran Yüce Atatürk ve O’nun kahraman silah arkadaşların minnet ve sevgiyle anarken hepsine Yüce Allah’tan gani gani rahmetler dilerim.

31 Ocak 2012 Salı

BALKAN SAVAŞININ 100 YILI İÇİN ANIT PROJEMDİR

2012 BALKAN SAVAŞININ 100 ANMA YILI İÇİN BİR PROJE VE ÖNERİMDİR…

22 Ekim 2011, 12:42
Orhan SUAT

Doğruyu söylemek gerekiyorsa çok ağır bir yenilgimizle biten Balkan Savaşından iki yıl sonra yapılan I.Dünya Savaşında özellikle M.K.Atatürk’ün Çanakkale’de yedi düvele karşı kazandığı başarılar her yıl şan ve şerefle kutlanırken nedense bundan iki yıl öncesi yenilgimizle biten Balkan Harbinde yaşananlar hep unutulmuştur.Gelecek yıl Türk Tarihinde yaşanan en büyük yenilginin (1912-2012) Balkan Savaşının 100 Anma yılıdır.“1912 BALKAN SAVAŞI” acısının yaşandığı bu topraklarda Vatanımızı savunmak uğrunda şehit olan binlerce isimsiz “Mehmetçiğimiz” adına Şükrü Paşanın “Edirne Savunması” gibi tüm Trakya’da yapılan en önemli savaşların içinde Balkan savaşının kaderinin tayin edildiği Kırklareli (Kırkkilise, Lozangrat) Savaşıyla; Pınarhisar (Punarhisar)-Lüleburgaz (Lulebergoz) Çatalca savaşlarını da unutanlara hatırlatmak gerektiğine inanıyorum.

2012 yılında yapılacak “100 YIL ANMA TÖRENLERİNDE” dikkate alınması için özellikle Kırklareli (merkez),Lüleburgaz Pınarhisar ve Çatalca ilçelerinde var olan ancak kimselerin bilmediği görmediği kenar köşe yerlerde yapılan üç dört küçük “Bölgesel Anıtın” dışında Balkan Savaşının geçtiği en önemli yerlerde 100 Anma yılı anısına yeni ve görkemli BALKAN SAVAŞI ANITI VEYA ANITLARININ yapılması istediğimizden yetkilileri aylar öncesinden uyarmak adına yazıyorum. Balkan Savaşının geçtiği yerlerden Kırklareli’de şehir çıkışında eski mezarlıkta bir tane, Pınarhisar’da Poyralı ile Tozaklı’da iki tane, Lüleburgaz’da Karaağaç Köyünde tepelerde göğüs göğüse savaşlarda şehit düşen ve üzerindeki levhada yazan 237 isimsiz kefensiz askerimizin yattığı babası İbrahim Paşa tarafından yaptırılan mütevazı “Teğmen Müntaz Bey anıtı” dışında Çatalca’da Alanya Şehitliği Anıtı dışında bilinen yer yoktur.

Nedense ‘Balkan savaşı’ denilince ilk akla gelen Edirne olmaktadır nedeni de Bulgarların Edirne kuşatmasında çekilen açlık ve yoksullardan hakiki bir kahramanlık örneği gösteren Şükrü Paşa’nın tarihe geçen “Edirne savunması” ile Edirne’nin yaşadıkları ne kadar acı ve gerçekse ayni günlerde Bulgarlar tarafından Osmanlı başkenti İstanbul’un (Bulgarcası Çarigrat’ın) alınması ve Türkleri Avrupa’dan atmak amacıyla o dönemin güçlü emperyalist devletlerin kışkırtmasıyla asırlarca ekmeğini yedikleri Osmanlı’ya karşı beklenmedik bir şekilde, beklenmedik bir güçle hücum eden zamanın Bulgar Krallığı ordusunun ilk hedefi olarak bugünkü Kırklareli’ni yani “Lozangrat” dedikleri şehri almak sonrada askeri eğitimlerde öğrendikleri “ARŞ MARŞ ÇARGRAT NAŞ” sloganı eşliğinde ‘Çargrat’ (çar şehri) dedikleri İstanbul’u alıp Osmanlıyı bitirmekti. Ancak Çatalca’da aldıkları yenilgi sonunda bu kez “OLELE BURGAZ” diye diye ricat ettikleri halk arasında hala söylenmektedir.

İşte 2012 yılında Ekim ayında yani tam 100 yıl önce binlerce Mehmetçiğimizin şehit kanıyla sulanmış bu topraklarda geçtiğimiz yıllarda Edirne’de Buçuktepe’de yapılan “Şükrü Paşa Anıtı ve Müzesi” ile Sarayiçi yolunda bulunan “Balkan Savaşı Anıtı” olmasına rağmen Balkan savaşının kaderinin çizildiği Kırklareli ve Lüleburgaz Savaşlarına ait hiçbir yerde Edirne’de olduğu gibi görkemli “Anıt” yapılmaması düşündürücü olduğu kadar üzücüdür Edirne savaşında ölenler unutulmazken Kırklareli,Lüleburgaz,Pınarhisar,Çatalca’da yatan binlerce şehit neden unutulur. Edirne’ye verilen değer kadar neden Kırklareli, Lüleburgaz,Pınarhisar,Çatalca da tıpkı Edirne’de olduğu gibi “Anıtlar” yapılmamıştır.

Öncelikle Cumhurbaşkanlığı Makamına,TBMM Başkanlığına,Başbakanlık Makamına, Kültür ve Turizm Bakanlığına, Genelkurmay Başkanlığımıza, Kırklareli Milletvekillerimize Kırklareli Valiliğimize, Lüleburgaz ve Pınarhisar Kaymakamlığına, ve ilgili Belediye Başkanlıklarının dikkatine arz etmek istediğim önerilerim şunlardır:

1-Lüleburgaz’da Edirne Bayırı denen mevkide mevcut Lüleburgaz Şehitliğinin de tüm şehitlerimizi temsilen anıt varsa da bunu yeterli bulmadığımdan tam karşısında bulunan mülkiyeti Karayollarına ait yıllardan beri Çamlık Çay bahçesi olarak kullanılan “HAZİNEYE” ait olan geniş alan kamulaştırılarak üzerinde Lüleburgaz’da ve Pınarhisar’da yapılan savaşlarda şehit düşen ve Genelkurmay resmi kayıtlarında isimleri tespit edilen kahraman Mehmetçiklerin isimlerinin yazılı olduğu, “BALKAN SAVAŞININ 100 YILI” anısına açılacak bir yarışmayla, ulusal ve yerel uzmanlardan oluşacak jüriyle seçilecek en güzel “BALKAN SAVAŞI LÜLEBURGAZ-PINARHİSAR SAVAŞLARI PROJESİ” yapılmalıdır. Bu anıt E-5 karayolundan geçen milyonlarca insan tarafından hem gezilir görülür ve hem de bulunduğu yer itibariyle şanına yakışır bir eser olur.

2-Yine ayni şekilde Kırklareli’nde şehrin girişindeki Anayol bulvarlarındaki büyük yeşil alanların bir başında veya son yıllarda kaderine terk edilerek yıkılan Balkan savaşından hatıra kalan “SEYFİOĞLU TABYALARININ” bulunduğu alanda ayni şekilde Bulgaristan Dereköy yolundan gelip geçenlerin gezip göreceği Kırklareli’ne yakışan üzerinde Kırklareli ve çevresinde şehit düşen binlerce Mehmetçiklerimizin isimlerinin yazıldığı bir başka “BALKAN SAVAŞI ANIT-PROJESİ daha yapılmalıdır.”

3- Pınarhisar’a gelince burada da şehrin ortasındaki çok geniş olan Kaymakamlık binası alanının uygun bir köşesinde diğer yerlerde olduğu gibi çevresinde Pınarhisar savaşlarında şehit düşen Mehmetçiklerimiz isimlerinin yazıldığı Pınarhisar adına yakışan güzel bir diğer “BALKAN SAVAŞI ANIT-PROJESİ” yapılabilir.

Bu anıtların gelecek yıl 2012 ye yetiştirilmesi için zaman geçirilmeden yetkili makamlarca ele alınması ve çalışmaların başlatılması gerektir. Aylar öncesinden uyarmak adına kaleme aldığım bu yazımla tek dileğim Balkan Savaşında kaybettiğimiz binlerce isimsiz Mehmetçiğimizin unutulmadıklarının ispatlanması ve onların bu Vatan için can verdikleri bu topraklarda hiç olmazsa isimlerinin yaşatılmasıdır.Nasıl ki Bulgarlar Balkan Savaşında kaybettiği askerlerinin anısına Bulgaristan Serafimova İli Polkovnik köyünde diktikleri Balkan Savaşı anıtını gidiniz görünüz veya internetten izleyiniz bizim her zaman olduğu gibi ne kadar geç kaldığımızı anlayınız diyorum başka bir şey demiyorum.

ATATÜRKÇÜLÜK NEDİR?

ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE DÜŞÜNMEK NEDİR?

28 Ekim 2011, 15:17
Orhan SUAT

Değerli Frekans Gazetesi okurlarım yarın 29 ekim 2011 TC Devletinin kuruluşunun 88.yılını anacağız. Bu vesileyle bugün İlke ve İnkılaplarından uzaklaştırılmak istenilen Ulu Önder Atatürk kimdir bir kez daha anlatalım ki anlamayanlar anlasınlar. Atatürk, gerek etkileyici kişiliği, gerekse ahlaki meziyetleri ile tüm dünyanın kalbinde taht kurmuş, eşsiz bir liderdir. Çöküş arifesinde olan, enkaz haline gelmiş bir imparatorluğun, kölelik tehdidi ile karşı karşıya kaldığını sezinlemiş, milletimizi esaretten kurtarmak için büyük bir milli kurtuluş hareketi başlatmıştır. Cumhuriyet tarihimiz süresince, kritik dönemler atlatan milletimiz, bir çok problemin üstesinden, yalnızca Atatürkçü düşünceye ve milliyetçi-muhafazakar kimliğe sahip çıkmakla gelinebileceğini artık kavramış durumdadır.

Türkiye'nin 21. yüzyılda, büyük önderin hedef gösterdiği "muasır medeniyetler" arasında yer alması ve ülkemizin "lider ülke Türkiye" olması için Atatürk'ün açtığı bu yolda emin adımlarla ilerlenmesi gerekmektedir. Atatürk, bir konuşmasında "Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir" diyerek, Cumhuriyetin kurulması ve bekası için "insanca" yaşamanın önemine dikkat çekmiştir. Atatürk, Müslüman-Türk Milleti'nin insanlık onuruna yakışır şekilde yaşaması için bu sorumluğu kendi omuzlarında hissetmiş, ülkeyi sahiplenmiş, artık misyonunu tamamladığına inandığı bir imparatorluğun üzerine yeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur.

Şüphesiz, Atatürk dünyada benzerine az rastlanan bir liderdir. Kendisi Türk Devleti'ni bizlere, özellikle de tüm kalbiyle güvendiği gençlere emanet etmiştir. Türk Milleti'nin bağrından, onun izini süren yüzlerce, hatta binlerce Atatürk çıkaracaktır. Nitekim Ulu Önder Atatürk de bu temennisini şu şekilde ifade etmiştir: "İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir." Bizlerin yapması gereken ise Atatürk'ün ilkelerini daima ayakta tutmak, milletçe bu konuda bilinçlenmek ve onun gösterdiği güzel ahlakı örnek almaktır. Bunun için ise, öncelikle Atatürk'ün ahlakını yakından tanımakla başlamalıyız. Atatürk'ü iyi anlamak; sadece onun şahsına yönelik övücü konuşmalar yapmak, sözlü olarak takdir etmekle değil, kendisinin milletinden ne istediğini anlamak, fikir yapısını ve ilkelerini hayata geçirmek demektir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, kendisini anlamanın, onun yolunda ilerlemenin nasıl mümkün olacağını yol olarak bizlere şu şekilde belirtmiştir: "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir (yeterlidir.)"

İşte 29 Ekim 2011 de Cumhuriyet Bayramı haftasında bu yazımızın yazılmasındaki amaç; insanı insan yapan ahlaki değerleri Atatürk'ün sözlerinden alıntılarla anlatmak, bayrağımızın göklerde özgürce dalgalanması, Devletimizin ve milletimizin bekası için "güzel ahlakın" şart olduğu konusunda genç nesilleri bilinçlendirmektir. Ulu Önder Atatürk'ün dediği gibi yalnızca "kılıçla fetih yapanlar mağlup olmaya (yenilmeye) ve netice itibarıyle mevkilerini onlara bırakmaya mecburdurlar." Bu sebeple milletin ve devletin bekası için toplumu oluşturan her bireyin güzel ahlaklı olması lazımdır. Ne mutlu Türküm Atatürkçüyüm diyenlere…


SKYTURK 360 TV VE SHOW TV SİYASET MEYDANI ÜZERİNE

SHOWTV VE ALİ KIRCA İLE “SİYASET MEYDANI” ÜZERİNE…

04 Kasım 2011, 10:15
Orhan SUAT

Değerli Frekans okurlarım Türkiye’nin TRT ocağından yetiştirdiği değerli Duayen Gazeteci ve TV yapımcısı taraflı tarafsız herkesin güvenini kazanmış Ali Kırca’nın fikir babası olduğu “Siyaset Meydanı” programı önümüzdeki Kasım ayı içince bir kez daha sezona başlayacak ve altı ay boyunca sezonda her Perşembe günü gecesi Show TV ekranından saat 23.00 ten itibaren canlı yayınla seyircisiyle buluşacaktır.18 yıldan beri ayni lezzet ve tatla geç saatlerde yayına girmesine rağmen milyonlarca seyircisi tarafından izlenen “Siyaset Meydanı” yıl boyunca güncel konuların seçimiyle konunun uzmanı olan bir konuğun katılımıyla bu sezon kısmetse benimde aralarında olacağım “Halk Jürisi” önünde enine boyuna tartışılmakta izleyicilerine çarpıcı olduğu kadar yararlı bilgilerde verilmektedir. Bu yıl 2011-2012 sezonunda 18 kez Show TV ekranlarına gelecek olan “Siyaset Meydanı” nın yaratıcısı sunucusu sevgili Ali Kırca’nın kendi kaleminden “Siyaset Meydanı” tanıtımı ise aynen şöyledir buyurun okuyun…

“Bazen içindeyken görünmez insana yaşadığı hayat...Derya içindeyken deryayı bilmeyen balıklar misali...Doğruları, yanlışları görünmez... İyileri ve kötüleri bilinmez. Kıyaslanmazsa bilinmez katettiği yol...Siyaset Meydanı'nın da "yaşam öyküsü"nü, yani "biyografi"sini içinde yaşarken biz yazabilir miyiz? Hem yaşayıp hem yazabilir miyiz? O zaman dışarıdan bakanlara vermek gerekir sözü... "Dış"arıdan bakıp ta "iç"ini görenlere. Zülfü Livaneli, şöyle yazmıştı bir vakitler: "Ali Kırca dostumuz tarihe geçmeye aday... Çünkü yüzlerce yıllık 'Siyaset Meydanı' kavramını değiştirdi, ona yeni bir anlam yükledi. Bugün kime sorarsanız sorun, 'Siyaset meydanı'nı Ali Kırca'nın düzenlediği ve her sorunun tartışıldığı bir forum olarak tanımlayacaktır. Oysa Türkçe'de yerleşmiş anlamıyla 'siyaset meydanı', 'idam meydanı' anlamına gelir. Şimdi Ali Kırca'nın çabası ve başarısı sayesinde, siyaset sözcüğü ölümle değil, tartışmayla ilişkilendiriliyor.” Hikayenin nasıl geliştiğini ve nerelere gittiğini herkes görüyor zaten.. Çünkü bu macera herkesin gözleri önünde yaşandı, yaşanıyor uykusuz gecelerde...O "herkes"ten birine sözü bırakacağım bu "Biyografi"nin son satırlarında.. Ama nasıl başladığını bir tek "ben" biliyorum. Onu anlatabilirim: Çoğunuza ciddi, ağırbaşlı, önemli ve sorumlu bir ekran izlencesi olarak görünen "Siyaset Meydanı", bu satırların yazarı için bir "televizyon masalı"dır. O masal iddiası ya da hayal fırtınası olmasa, besbelli hiç kimse uykulara kan doğrayan bir fikriyat maratonunun gönüllü koşucusu olmayacaktı. Ama oldu. Çünkü bu satırların yazarı önce o masalı gündüz düşlerinde gördü.1991 Şubatının ortalarıydı. Haberlerde Bağdat'a Cruise, Telaviv'e Scud füzeleri düşüyordu. Gün henüz ağarmamıştı. Esenboğa yolunda tek tük atıştıran karın altında ilerleyen arabanın farlarından süzülen titrek ışık huzmelerine baktı. Önünde ve arkasında kimsecikler yoktu. Upuzun bir sessizlik ve simsiyah bir ıssızlıktan başka...Sessiz ve ıssız bir yolculuğun yegane yolcusuydu. Uzaklaşıyordu. Alkışlardan, dost selamlarından, düşman kelamlarından, telaşlardan, ümitler ve ümitsizliklerden uzaklaşıyordu. Geride, kırılmış vefaların, vurulmuş aşkların hüznü vardı. Zoraki bir sürgünün mecburi istikametine ve belirsiz akıbetine yol alıyordu. Hep soruyorlardı: "Siyaset Meydanı fikri ne zaman doğdu, ya da ne zaman düşündün, nasıl?" O gecenin son, o sabahın ilk saatlerinde işte...1991 Şubatının orta yerinde. Kar, Esenboğa yolunu ayaza keserken, ıssızlığın ortasında...Şehrin sessiz vedasına inat, hayli gürültülü bir dönüş merasiminin hayallerini kurarken...O "sessiz veda"nın, o "zoraki sürgün"ün sebebi de, o günlerin koşullarında "sessizliği bozan" mütevazı bir "tartışma" denemesiydi. Ne var ki...Tahammül edilememişti. O sabah karar verildi... Issızlığın ortasında... Geri dönülecek ve dönüldüğünde, sessizlik yine bozulacaktı...Hem de ne bozulmak... Hem de ne büyük gürültüyle...Sabahlara kadar... Stüdyoda onlarca, ekran başında milyonlarca kişiyle birlikte...Üç yıl sonra yine bir Şubat gecesinde... Issızlıkta kurulan o masal, o düş gerçek oldu... Sessizlik bozuldu...Takvimler 6 Şubat 1994'ü gösteriyordu. Sonrasını "Birikim" dergisinin "Siyaset Meydanı-Özel" sayısında, yazar Ümit Kıvanç şöyle yazdı: "Siyaset Meydanı diye bir şey var olmadan evvel, onca insanın, 'Ah, bir tartışma programı olsaydı da cumartesi gecesi sabaha kadar oturup izleseydik!' dediğini hiç sanmıyorum. Siyaset Meydanı kendine olan ihtiyacı kendi yarattı. Ve insanlara uyku saati gibi hiç sorgulanmayan ve yerleşik alışkanlıklarını değiştirtti. Cumartesi gecesi pek çok insan için özeldir. Fındık fıstık bir eğlence programı, dansözler vb. yerine, adında insanların çoğunluğu için en sevimsiz kavramlardan biri olan 'siyaset'i barındıran bir tartışma programı! Türkiye'nin var olan kültürel hayatında, eğlence hayatında bu normal mi? Siyaset Meydanı bu alanda gerçek insanların gerçek davranışlarını değiştirdi. Siyaset Meydanı'nın önemli bir somut yararı, ifade kanallarının son derece tıkalı, insanların da bunları oluşturmada son derece isteksiz olduğu bir ülkede, aksi halde varlığından bile haberdar olmayacağımız insanları, yaklaşımları bize tanıtmasıdır. Ayrıca bütün 'otorite'ler hilebaz değildir ve bazılarından çok şey öğrenebiliriz. Belirli bir alanda adı sanı bilinen 'otorite'nin kem küm saçmalayışlarını izlemek de bir bilgidir. Veya Müslümanlarla laiklerin tartışabilmek için birbirlerinin aleminde karşılığını bulabilecek söylemler oluşturması gerektiğinden söz eden bir ilahiyatçıyı dinlemek insanın ufkunu açabilir, ertesi günkü davranışlara yön verebilir. Bunlar, son yıllarda bir 'mitoloji' kahramanı haline getirilen 'kamuoyu'nun aslında var olmadığı bir ülkede fazlasıyla önemli şeyler. Bunca insanın bu programı izliyor olmasının, insanların zihinlerini çalıştırmalarına, tahammül yeteneklerine, etraflarıyla ilgilenmelerine, hatta, evet çoğulculuğa ve demokratikleşmeye katkısını vurgulayacağım. Çoğulculuk ve demokrasi isteyen herkesin Siyaset Meydanı'na eleştirileriyle yardım etmesi ve sahip çıkması güzel olurdu." 18 YIL BOYUNCA UYKUSUZ GECELERDE SAHİP ÇIKAN, TABULARI YIKAN HERKESE TEŞEKKÜRLER...

Biz de takipçisi ve Halk Jürisi olarak “Siyaset Meydanı’nın” babası olan sevgili Ali Kırca’yı ve yapım yönetimde emeği geçenleri tebrik eder yeni sezonda üstün başarılar dilerim

SİGARA YASAĞI VE KANSER

SİGARANIN KANSERLE OLAN İLİŞKİSİ NEDİR…

16 Kasım 2011, 12:33
Orhan SUAT

Sevgili Frekans Okurlarım her ne kadar muhalifte olsam Ülkemizde bu Hükümet zamanında son yıllarda yapılan en güzel işlerden biriside sigara yasağı uygulaması olmuştur. Bu konu geçtiğimiz ayda CNNTURK TV’de masaya yatırılan “Ergene Alarm Veriyor” konulu canlı programda bir kez daha dile getirildiği gerçektir. Her ne kadar bazı yerlerde bu yasağı delme çabaları varsa da bunu engellemek şarttır. Öte yandan gene Basında CHP Manisa milletvekili sanki başka işi yokmuş gibi TV’lerde yayınlanan “Sigara içen kişinin hastanedeki son hali videosunun” moral bozucu olduğundan yayından kaldırılmasını istiyordu. Bu nasıl bir akıl almazlıktır koskoca milletvekili sıfatına yakışmayacak bu davranışının nedeni kendisin de -sigara içicisi olduğunu açıklamamış- kalkmış millete ahkam kesiyor. Yani seçmenlerim bırakın kanserden zevkten ölsün etrafını da öldürsün diyor zihniyete bakınız. İçersin de 4000 çeşit zehir olduğunu bilimsel olarak belgelenen ve solunum akciğer kanserinin tek nedeni olan sigara dünyadan tamamen kaldırılması için mücadele veriliyorken bırakınız ölsünler ne demektir takdirinize bırakıyorum.

Gel gelelim Tütün ve sigaranın, güçlü bağımlılık yapma özelliğine bu özellik, nikotinle ilgilidir. Nikotin, morfin ve kokain ölçüsünde bağımlılık yapan bir maddedir. İçerdiği nikotin nedeniyle, sigara dünyadaki en yaygın ve en kolay yakalanılabilen ilaç bağımlılığıdır. Sigara içmeyi bir kez deneyen her dört kişiden üçünün sigara tiryakisi olması, durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Dünya Sağlık Örgütünün kriterlerine göre tiryakilik tanımları şöyledir: Günlük tiryaki: Her gün en az bir sigara içen, Ara sıra içen tiryaki: Günde birden az sigara içen, Eski tiryaki: Geçmişte en az 6 ay günde bir adet sigara içmiş, ancak şu anda bırakmış olan, Hafif tiryaki: Günde 10′un altında sigara içen, Sigara içmeyen: Hiç sigara içmemiş olan bireylerdir. Bağımlılık tanısı: Birey en az bir aydır ve düzenli biçimde sigara kullanmakta ve buna ek olarak aşağıdaki üç özellikten biri geçerli ise bağımlı tanısı alır:• Birey, sigarayı azaltmak ya da tümüyle bırakmak için ciddi girişimlerde bulunmuş, ancak başarısız olmuştur.• Sigarayı bırakma çabaları yoksunluk belirtilerine yol açmıştır. Bu belirtiler; şiddetli sigara içme isteği,(kolay uyarılma),(kaygı),konsantrasyon güçlüğü, huzursuzluk, baş ağrısı, sersemlik, gastrointestinal bozukluklar (kabızlık), öfke, kalp atım hızı azalması, uyku bozuklukları, iştah artması ve kilo almadır.• Kişi, ciddi fiziksel hastalığına (örneğin, solunum ya da dolaşım sistemi yetersizliği) ve artan yakınmalarına karşın sigara içmeyi sürdürmektedir. İşte bu konuda TV lerde dönen reklamda hastanın son hali gösterilmekte ve kendi ağzından duyduğu pişmanlık gösterilmektedir. Bağımlı tiryakiliğin belirtileri: Bağımlı sigara tiryakisi, tipik olarak, sabah uyandıktan sonraki ilk 30 dakika içinde sigara yakar ve dumanı içine çeker. Bağımlı tiryaki, en çok günün ilk sigarasından hoşlanır ve ilk iki saat içinde daha çok sigara içer. Nikotin bağımlılığı olanlar; sigarasız kaldıklarında, sigarayı azalttıklarında ya da bıraktıklarında fiziksel yoksunluk belirtileri gösterirler. Tütüne bağlı bağımlılık nedenleri; nikotinin farmakolojik özellikleri, aile yapısı, olgunlaşma düzeyi, kişilik özellikleri ve toplumsal olaylardır.

Öte yandan Kanserin nedenleri arasında kuşkusuz en önemli olanı sigara içilmesidir. Sigara içenlerde akciğer kanseri başta olmak üzere çok sayıda kanser daha fazla meydana gelmektedir. Sigara ile kanser arasındaki ilişki ilk kez geçtiğimiz yüzyılın ortalarına doğru dikkatleri çekmeye başlamıştır. O yıllarda bazı doktorlar akciğer kanserli hastaların çoğunun sigara içen kişiler olduğunu gözlemlemişler, buradan hareketle de akciğer kanserinin meydana gelmesinde sigara içmenin etkisi olabileceğini düşünmüşlerdir. İlk gözlemlere göre toplum genelinde sigara içme sıklığının %50-60 dolayında olduğu o yıllarda akciğer kanseri olan hastaların %90 kadarının sigara içiyor olması dikkatleri çekmiştir. İzleyen yıllarda bu konuyu incelemek amacı ile çok sayıda bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Bu araştırmaların bir bölümünde akciğer kanserli hastaların sigara içme davranışları sigara içmeyen kişilerle karşılaştırılmıştır. Bu incelemeler sonucunda kanserli hastalar arasında sigara içenlerin çoğunlukta olduğu ve kanserli hastaların, kanseri olmayan diğer hastalardan daha fazla sigara içmiş oldukları saptanmıştır. Bu çalışmalarla birlikte bir başka yaklaşımla sigara içen ve içmeyen kişiler yıllar boyunca izlenmiş ve zaman içinde bu kişilerde akciğer kanseri görülme sıklığı karşılaştırılmıştır. Bu karşılaştırma sonucunda sigara içenlerde akciğer kanserinin sigara içmeyenlere göre daha fazla görüldüğü net bir şekilde ortaya konmuştur. Bu konuda İngiltere’de yapılan bir çalışmada sigara içen ve içmeyen doktorlar uzun yıllar izlenmiş ve sigara içen doktorlar arasında akciğer kanseri nedeniyle ölme olasılığının, sigara içmeyen doktorlara göre fazla olduğu saptanmıştır. Sigara içenlerin içtikleri sigara sayısı arttıkça kanserden ölme olasılığı daha fazla olmaktaydı. Örneğin günde 10 tane dolayında sigara içenlerde kanserden ölme olasılığı sigara içmeyenlere göre 7 kat artarken, günde 1 paket ve daha fazla sayıda sigara içenlerde akciğer kanseri nedeniyle ölme olasılığı 12 kat veya 25 kat artmaktaydı.

Benim size acil tavsiyem sigarayı şu an bile bırakırsanız ömrünüze beş on yıl eklersiniz yok dertliyim ben kimseyi dinlemem içerim diyorsanız gene de siz bilirsiniz ama şimdiden mezar yerinizi de hazırlayınız.

30 Ocak 2012 Pazartesi

DEPREM HER YERİ YIKACAK HATTA LÜLEBURGAZ'DA ZARAR GÖRECEK

DEPREM GELİYOR VE İSTANBUL GİBİ LÜLEBURGAZDA YIKILACAK…

24 Kasım 2011, 11:58
Orhan SUAT

Sevgili Frekans okurlarına Türk milleti diğer uluslardan ayıran en büyük özelliği kaderci olması ve kaderini çizen “Allahın dediği olur” cümlesinden hareketle “Tedbir Kuldan Takdir Allahtan” sözünü dinlemeksizin daima başımıza bir felaket gelmeden tedbir almak yerine olduktan sonra salya sümük ağlamak yerlerde sürünmek suçu nedense Devlete kesmek Ünlü TV sunucusu Reha Muhtar’ın repliğini “Nerde bu Devlet Nerde bu Millet !”diye bağırmak ama her işte bunu söylemektir. Oysa Allah insanlara akıl fikir neden vermiş her işlerinde doğru dürüst olmak ve yapacakların en iyisini yapmak toplumu Toplumu ve Ailesini her türlü tehlikeden korumak görevini düşünmeyiz.

Bugün yeryüzünde en akıllı geçinen ama aslında balık akıllı bir millet olan bizler bu yüzden asırlardır çağdaş medeniyet seviyesine bir türlü ulaşmadık ulaşamayacağız da Türkiye’nin korkunç gerçeği, doğal afeti kaçınılmazımız,bir gece habersiz yatağımıza kadar girebilen, savunmasızları çürük çarık yapıları ansızın yerle bir eden DEPREM tehlikesiyle yaşamamıza karşın nedense hala tedbir adına yapılan göstermelik işlerden sonra unutup gittiğimizden gün gelip bir yerde yaşadığımızda dağılıyoruz ve toplum olarak üzülüyoruz. Oysa en temiz örneğimiz Japonya gibi ateşe dağa taşa Buda’ya tapan iki felaketi ayni anda (deprem-tsunami) yaşayan ülke çok geçmeden çok önceden aldığı tedbirlerle yaşam dönüyor ve yaralarını sarıyor örneğin son Japonya’da yaşanan Tsunami ve Depremde şehirlerinde en son sistem alarm ve uyarı sistemleri kurulmuş olduğunu TV den dakika dakika yaklaşan Tsunami tehlikesinin o şehrin halkına anında hemde canlı yayınla tehlike var anonslarla duyurulduğunu gördük yaşadık.

Şimdi size soruyorum ? Lüleburgaz’da 22 mahalle var hatta –Uzay mahallesi diye üvey evlat bir mahallemiz daha varmış- şehrimizde Japonya gibi bir felaket olsa acil felaketlerde veya günlük hayatta kullanacağımız ALARM veya ANONS sistemi varmı? yokmu? var olan göstermelik yetersiz nuh nebiden kalma Belediye ANONS sistemimiz yaşanacak olası bir felakette bize ne derece yardım edecektir bir düşünün.Yerel Basından Belediyenin Trilyonlarının havaya savrulduğu kaybolduğunu duyduğumuz,sözde etkinlik adına Burgaza kalıcı bir şey vermeyen faaliyetlere harcayacağınız milyarlarla şimdiden en son sistemle şehrimizin her bir köşesine kuracağınız acil duyuru anons alarm sistemini şimdiden yapmazsanız depremde çok ağlarsınız

Ey Lüleburgazlılar ben görürüm yada görmem ama biliniz ki nasıl ki Üsküp’te Bükreş’te olduğu gibi Marmara’da Trakya’da İstanbul da deprem olacak ve bunun etkisi tüm tarkya şehirlerini hatta Lüleburgaz’ı da vuracaktır. Yani Lüleburgaz’da böyle bir depremde nasibini alacaktır ve insanlarımız gene ölecektir. Gelin şimdiden tedbirinizi alın takdirinizide yine Yüce Allaha bırakınız diyorum. Yaşadığımız bu kentte yüzlerce İnşaatları denetleyini varmıdır? Lüleburgaz’da her yerde olduğu gibi 70 yıllardan beri inşaatlarda rant kapısı oldu. Teknik adam olmadığım halde Lüleburgaz’da yapılan eski binalardan ve hele bitişik nizam inşaat ruhsatı verilen yerlerde zamanında adına “bokluca deresi”daha kibar olsun diye şimdi “bülbül deresi” dediğimiz alanın çevresindeki inşaatların yine özellikle Lüleburgaz Deresi boyunca her iki yanında derenin taşıdığı alüviyonlu yığma toprak üstünde yapılan tüm inşaatların ilk depremde yıkılacağını söylersem kahinmi olacağım. Burada oturanları günü gelipte depremden ölmemeleri için şimdiden uyarmak ve diyorum ki İstanbul’u vuracak deprem Trakya’yıda bizi de vuracak bizde zarar göreceğiz bu kehanet değil deprem gerçeğidir.Bende bu tehlikenin içindeyim ama tek güvenim oturduğum ev 1999 deprem sonrası planlarla yapılmış olmasıdır.

Son yaşanılan Van depreminin ardından yazılı Basın köşe yazarları kovboy şapkalı kızılderili tipli bilim adamları, herkes yazdı çizdi halada yazılıyor. TV larda aynı kareleri döne döne ekrana getirdi. Yeni yeni acıklı öyküler yazıldı, insanların acıları reytingler uğruna araya sıkıştırılan imgelerle naklettirdi. Azra bebek kurtuldu ama Yusuf öldü. Gerçekten acıydı yaşananlar, çok acıydı ama acı çekenlerin dışında bilmem kaç gün sonra güncelliğini yitirecek bu acıdan nemalananlar yeni nemalara kapılıp bu acıya da birer nokta koyacaklar. Özetle 1999 Marmara’da olanı 12 yıl evvel seyrettiğimiz bir filmi başa sarıp yeniden izler gibiyiz. Ne bir eksik ne bir fazla aynı acı,aynı şaşkınlık,aynı söylemler, aynı kargaşa aynı aynı. Ben Lüleburgaz aşığı bir yazarım aklıma takılanları yazmak istedim. İzmit ,Gölcük ,Yalova Düzce depremi aslında geliyorum dedi, tüm depremler gibi saatini söylemeden ama zamanının geldiğini söylediler.Kocaeli yerel televizyonları bu konu üzerinde konuşma yaptılar, sivil savunma kuruluşları sokaklarda el ilanı dağıttı, belediyeler uyarıldı, vatandaşların kulağına fısıldandı. Sonuç ortadaydı, bilanço çok çok ağırdı, bende o gece Silivri’de Lüleburgaz deniz evlerinde yaşadığım 45 saniyeyi asla unutamayacağım, depremin cehennemi uğultusu duyduğumda kesilen elektrikte ilk aklıma gelen İstanbul yıkıldı gitti dedim. Sabahleyin TV den Radyolardan İzmit’te Gölcük’te Yalova’da vs yerlerden yerle bir olan binlerce bina içerisinde barındırdıklarını toprağa denize gömdüğünü duyduk. Yaşayanlar ise korkunç bir travma altına girdiler. Sonrasında işte hepimizin bildiği gibi yardımlar, toplanan paralar, hastaların ilk yardım bakımı, prefabrik konutlar vs. Van veya Kütahya veya Elazığ veya Dinar veya İstanbul. Deprem gerçeği Türkiye’nin gerçeği.Peki böyle bir gerçeğimiz varsa ki! Var. Bu gerçeği görmemiz için illa deprem olması mı gerek? Neden toprağın kaldıramayacağı binaların dikilmesine göz yumuyoruz? Niye yaptığımız derme çatma gecekonduların üzerine çocuklarımıza kat çıkıyoruz? Bizim bunca şehircilik sorunumuz varken niye duble yolların kavgasını yapıyoruz? Çok seyredilen dizilerin arasında bir iki satır deprem gerçeğini neden hatırlatmıyoruz? Madem bir şehri yeniden kurabilecek yardım toplayabiliyoruz da bunu neden depremden önce yapmıyoruz? Yardım toplamak, binaları yeniden yapılandırmak için 68 genç Öğretmenin veya Yunusların, Serhatların cansız bedenlerini çiğnemek mi gerek? Birlik, beraberlik kurabiliyorsak bunun için illa bir felaket olmasımı gerek?

Bizim tüm duygularımızı, gözyaşlarımızı,acılarımızı,sevinçlerimizi,isyanlarımızı yöneten en büyük patron Görsel Medya neden daha çok yeni olan İzmit Gölcük Yalova Simav Van depreminin sonuçlarını görmek için görselliğini kullanmıyor? Depremle ilgili benim aklıma bu kadarı geldi, bu sorular o kadar çoğaltılabilinir ki! Depremle birlikte ortaya çıkan bir sürü gerçek de bir süre sonra nedense unutuluyor. Ekranlarda tüm Bilim adamları avaz avaz bağırıyor, biz onları deprem olduğunda dinliyoruz. Sivil toplum kuruluşları bu felaketlerde can damarımız oluyor ama nedense onlar da depremin acısı geçince unutuluyor. Bazı akıllı ve dürüst insanların kurduğu “Akut” gibi çok değerli arama kurtarma kuruluşları kendi imkanlarınla ayakta durmaya çalışırken onlara yardım etmeği hiç aklımıza getirmiyoruz. Varsa yoksa KIZILAY diyoruz da onlarda maalesef felaketler ülkesine yetişemiyorlar. Bugün Van depreminden kurtulan kardeşlerimiz korkunç acı içinde, aç,açık ve soğukla yaşam savaşı verirken bir yandan da kaybettiklerinin acısıyla yanıyorlar. Çadırlara, yardım konvoylarına tabiri caizse söylendiği gibi saldırmaları o kadar doğal ki! bunu o acıyı yaşamayanların bilmeleri imkansız. Bu yıkımın ardından ruhsal dengesini yitirmemiş kimsenin olacağını düşünülmez. İşte buda deprem sonrasının en acı gerçeği; iletişimsizlik, plansızlık, vurdum duymazlık, beceriksizlik...

Ne yazık ki!!! önümüzde bir de Marmara denizi ve İstanbul depremi var, yıkımın korkunçluğu asıl burada. On milyonu geçmiş bir nüfus ve çarpık yapılaşmasıyla. Düşünmesi bile hafızaya sığmaz.Ara ara unutulsa bile sonrasında dünyanın neresinde olursa olsun en ufacık bir deprem sonrası hatırlıyoruz. Ve artık ilkokul öğrencileri dahi bu gerçeği biliyoruz. Peki ne yapıyoruz, koca bir hiç. Deprem olsun sonra düşünürüz, öyle ya ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Ben görmem ama gelecek kuşaklar Marmara da İstanbul’da yaşayanlar göreceklerdir.Depremden hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmetler dilerken tüm Devlet ricaline sesleniyorum ,siyasilere bağırıyorum ,vatandaşlarımıza yalvarıyorum lütfen diyorum tedbirinizi alınız. Deprem öldürmez çürük binalar sizi öldürür her yerde olduğu gibi Lüleburgaz’da da Deprem mutlaka olacak yıkıldıktan sonrada kaderim buymuş deme ağlama bu kader değil senin gibilerin zavallılığındandır daha ne yazayım anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az daha ne denir ki…Allah korusun denir…