31 Ocak 2012 Salı

BALKAN SAVAŞININ 100 YILI İÇİN ANIT PROJEMDİR

2012 BALKAN SAVAŞININ 100 ANMA YILI İÇİN BİR PROJE VE ÖNERİMDİR…

22 Ekim 2011, 12:42
Orhan SUAT

Doğruyu söylemek gerekiyorsa çok ağır bir yenilgimizle biten Balkan Savaşından iki yıl sonra yapılan I.Dünya Savaşında özellikle M.K.Atatürk’ün Çanakkale’de yedi düvele karşı kazandığı başarılar her yıl şan ve şerefle kutlanırken nedense bundan iki yıl öncesi yenilgimizle biten Balkan Harbinde yaşananlar hep unutulmuştur.Gelecek yıl Türk Tarihinde yaşanan en büyük yenilginin (1912-2012) Balkan Savaşının 100 Anma yılıdır.“1912 BALKAN SAVAŞI” acısının yaşandığı bu topraklarda Vatanımızı savunmak uğrunda şehit olan binlerce isimsiz “Mehmetçiğimiz” adına Şükrü Paşanın “Edirne Savunması” gibi tüm Trakya’da yapılan en önemli savaşların içinde Balkan savaşının kaderinin tayin edildiği Kırklareli (Kırkkilise, Lozangrat) Savaşıyla; Pınarhisar (Punarhisar)-Lüleburgaz (Lulebergoz) Çatalca savaşlarını da unutanlara hatırlatmak gerektiğine inanıyorum.

2012 yılında yapılacak “100 YIL ANMA TÖRENLERİNDE” dikkate alınması için özellikle Kırklareli (merkez),Lüleburgaz Pınarhisar ve Çatalca ilçelerinde var olan ancak kimselerin bilmediği görmediği kenar köşe yerlerde yapılan üç dört küçük “Bölgesel Anıtın” dışında Balkan Savaşının geçtiği en önemli yerlerde 100 Anma yılı anısına yeni ve görkemli BALKAN SAVAŞI ANITI VEYA ANITLARININ yapılması istediğimizden yetkilileri aylar öncesinden uyarmak adına yazıyorum. Balkan Savaşının geçtiği yerlerden Kırklareli’de şehir çıkışında eski mezarlıkta bir tane, Pınarhisar’da Poyralı ile Tozaklı’da iki tane, Lüleburgaz’da Karaağaç Köyünde tepelerde göğüs göğüse savaşlarda şehit düşen ve üzerindeki levhada yazan 237 isimsiz kefensiz askerimizin yattığı babası İbrahim Paşa tarafından yaptırılan mütevazı “Teğmen Müntaz Bey anıtı” dışında Çatalca’da Alanya Şehitliği Anıtı dışında bilinen yer yoktur.

Nedense ‘Balkan savaşı’ denilince ilk akla gelen Edirne olmaktadır nedeni de Bulgarların Edirne kuşatmasında çekilen açlık ve yoksullardan hakiki bir kahramanlık örneği gösteren Şükrü Paşa’nın tarihe geçen “Edirne savunması” ile Edirne’nin yaşadıkları ne kadar acı ve gerçekse ayni günlerde Bulgarlar tarafından Osmanlı başkenti İstanbul’un (Bulgarcası Çarigrat’ın) alınması ve Türkleri Avrupa’dan atmak amacıyla o dönemin güçlü emperyalist devletlerin kışkırtmasıyla asırlarca ekmeğini yedikleri Osmanlı’ya karşı beklenmedik bir şekilde, beklenmedik bir güçle hücum eden zamanın Bulgar Krallığı ordusunun ilk hedefi olarak bugünkü Kırklareli’ni yani “Lozangrat” dedikleri şehri almak sonrada askeri eğitimlerde öğrendikleri “ARŞ MARŞ ÇARGRAT NAŞ” sloganı eşliğinde ‘Çargrat’ (çar şehri) dedikleri İstanbul’u alıp Osmanlıyı bitirmekti. Ancak Çatalca’da aldıkları yenilgi sonunda bu kez “OLELE BURGAZ” diye diye ricat ettikleri halk arasında hala söylenmektedir.

İşte 2012 yılında Ekim ayında yani tam 100 yıl önce binlerce Mehmetçiğimizin şehit kanıyla sulanmış bu topraklarda geçtiğimiz yıllarda Edirne’de Buçuktepe’de yapılan “Şükrü Paşa Anıtı ve Müzesi” ile Sarayiçi yolunda bulunan “Balkan Savaşı Anıtı” olmasına rağmen Balkan savaşının kaderinin çizildiği Kırklareli ve Lüleburgaz Savaşlarına ait hiçbir yerde Edirne’de olduğu gibi görkemli “Anıt” yapılmaması düşündürücü olduğu kadar üzücüdür Edirne savaşında ölenler unutulmazken Kırklareli,Lüleburgaz,Pınarhisar,Çatalca’da yatan binlerce şehit neden unutulur. Edirne’ye verilen değer kadar neden Kırklareli, Lüleburgaz,Pınarhisar,Çatalca da tıpkı Edirne’de olduğu gibi “Anıtlar” yapılmamıştır.

Öncelikle Cumhurbaşkanlığı Makamına,TBMM Başkanlığına,Başbakanlık Makamına, Kültür ve Turizm Bakanlığına, Genelkurmay Başkanlığımıza, Kırklareli Milletvekillerimize Kırklareli Valiliğimize, Lüleburgaz ve Pınarhisar Kaymakamlığına, ve ilgili Belediye Başkanlıklarının dikkatine arz etmek istediğim önerilerim şunlardır:

1-Lüleburgaz’da Edirne Bayırı denen mevkide mevcut Lüleburgaz Şehitliğinin de tüm şehitlerimizi temsilen anıt varsa da bunu yeterli bulmadığımdan tam karşısında bulunan mülkiyeti Karayollarına ait yıllardan beri Çamlık Çay bahçesi olarak kullanılan “HAZİNEYE” ait olan geniş alan kamulaştırılarak üzerinde Lüleburgaz’da ve Pınarhisar’da yapılan savaşlarda şehit düşen ve Genelkurmay resmi kayıtlarında isimleri tespit edilen kahraman Mehmetçiklerin isimlerinin yazılı olduğu, “BALKAN SAVAŞININ 100 YILI” anısına açılacak bir yarışmayla, ulusal ve yerel uzmanlardan oluşacak jüriyle seçilecek en güzel “BALKAN SAVAŞI LÜLEBURGAZ-PINARHİSAR SAVAŞLARI PROJESİ” yapılmalıdır. Bu anıt E-5 karayolundan geçen milyonlarca insan tarafından hem gezilir görülür ve hem de bulunduğu yer itibariyle şanına yakışır bir eser olur.

2-Yine ayni şekilde Kırklareli’nde şehrin girişindeki Anayol bulvarlarındaki büyük yeşil alanların bir başında veya son yıllarda kaderine terk edilerek yıkılan Balkan savaşından hatıra kalan “SEYFİOĞLU TABYALARININ” bulunduğu alanda ayni şekilde Bulgaristan Dereköy yolundan gelip geçenlerin gezip göreceği Kırklareli’ne yakışan üzerinde Kırklareli ve çevresinde şehit düşen binlerce Mehmetçiklerimizin isimlerinin yazıldığı bir başka “BALKAN SAVAŞI ANIT-PROJESİ daha yapılmalıdır.”

3- Pınarhisar’a gelince burada da şehrin ortasındaki çok geniş olan Kaymakamlık binası alanının uygun bir köşesinde diğer yerlerde olduğu gibi çevresinde Pınarhisar savaşlarında şehit düşen Mehmetçiklerimiz isimlerinin yazıldığı Pınarhisar adına yakışan güzel bir diğer “BALKAN SAVAŞI ANIT-PROJESİ” yapılabilir.

Bu anıtların gelecek yıl 2012 ye yetiştirilmesi için zaman geçirilmeden yetkili makamlarca ele alınması ve çalışmaların başlatılması gerektir. Aylar öncesinden uyarmak adına kaleme aldığım bu yazımla tek dileğim Balkan Savaşında kaybettiğimiz binlerce isimsiz Mehmetçiğimizin unutulmadıklarının ispatlanması ve onların bu Vatan için can verdikleri bu topraklarda hiç olmazsa isimlerinin yaşatılmasıdır.Nasıl ki Bulgarlar Balkan Savaşında kaybettiği askerlerinin anısına Bulgaristan Serafimova İli Polkovnik köyünde diktikleri Balkan Savaşı anıtını gidiniz görünüz veya internetten izleyiniz bizim her zaman olduğu gibi ne kadar geç kaldığımızı anlayınız diyorum başka bir şey demiyorum.

ATATÜRKÇÜLÜK NEDİR?

ATATÜRK’Ü ANLAMAK VE DÜŞÜNMEK NEDİR?

28 Ekim 2011, 15:17
Orhan SUAT

Değerli Frekans Gazetesi okurlarım yarın 29 ekim 2011 TC Devletinin kuruluşunun 88.yılını anacağız. Bu vesileyle bugün İlke ve İnkılaplarından uzaklaştırılmak istenilen Ulu Önder Atatürk kimdir bir kez daha anlatalım ki anlamayanlar anlasınlar. Atatürk, gerek etkileyici kişiliği, gerekse ahlaki meziyetleri ile tüm dünyanın kalbinde taht kurmuş, eşsiz bir liderdir. Çöküş arifesinde olan, enkaz haline gelmiş bir imparatorluğun, kölelik tehdidi ile karşı karşıya kaldığını sezinlemiş, milletimizi esaretten kurtarmak için büyük bir milli kurtuluş hareketi başlatmıştır. Cumhuriyet tarihimiz süresince, kritik dönemler atlatan milletimiz, bir çok problemin üstesinden, yalnızca Atatürkçü düşünceye ve milliyetçi-muhafazakar kimliğe sahip çıkmakla gelinebileceğini artık kavramış durumdadır.

Türkiye'nin 21. yüzyılda, büyük önderin hedef gösterdiği "muasır medeniyetler" arasında yer alması ve ülkemizin "lider ülke Türkiye" olması için Atatürk'ün açtığı bu yolda emin adımlarla ilerlenmesi gerekmektedir. Atatürk, bir konuşmasında "Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir" diyerek, Cumhuriyetin kurulması ve bekası için "insanca" yaşamanın önemine dikkat çekmiştir. Atatürk, Müslüman-Türk Milleti'nin insanlık onuruna yakışır şekilde yaşaması için bu sorumluğu kendi omuzlarında hissetmiş, ülkeyi sahiplenmiş, artık misyonunu tamamladığına inandığı bir imparatorluğun üzerine yeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur.

Şüphesiz, Atatürk dünyada benzerine az rastlanan bir liderdir. Kendisi Türk Devleti'ni bizlere, özellikle de tüm kalbiyle güvendiği gençlere emanet etmiştir. Türk Milleti'nin bağrından, onun izini süren yüzlerce, hatta binlerce Atatürk çıkaracaktır. Nitekim Ulu Önder Atatürk de bu temennisini şu şekilde ifade etmiştir: "İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir." Bizlerin yapması gereken ise Atatürk'ün ilkelerini daima ayakta tutmak, milletçe bu konuda bilinçlenmek ve onun gösterdiği güzel ahlakı örnek almaktır. Bunun için ise, öncelikle Atatürk'ün ahlakını yakından tanımakla başlamalıyız. Atatürk'ü iyi anlamak; sadece onun şahsına yönelik övücü konuşmalar yapmak, sözlü olarak takdir etmekle değil, kendisinin milletinden ne istediğini anlamak, fikir yapısını ve ilkelerini hayata geçirmek demektir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, kendisini anlamanın, onun yolunda ilerlemenin nasıl mümkün olacağını yol olarak bizlere şu şekilde belirtmiştir: "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir (yeterlidir.)"

İşte 29 Ekim 2011 de Cumhuriyet Bayramı haftasında bu yazımızın yazılmasındaki amaç; insanı insan yapan ahlaki değerleri Atatürk'ün sözlerinden alıntılarla anlatmak, bayrağımızın göklerde özgürce dalgalanması, Devletimizin ve milletimizin bekası için "güzel ahlakın" şart olduğu konusunda genç nesilleri bilinçlendirmektir. Ulu Önder Atatürk'ün dediği gibi yalnızca "kılıçla fetih yapanlar mağlup olmaya (yenilmeye) ve netice itibarıyle mevkilerini onlara bırakmaya mecburdurlar." Bu sebeple milletin ve devletin bekası için toplumu oluşturan her bireyin güzel ahlaklı olması lazımdır. Ne mutlu Türküm Atatürkçüyüm diyenlere…


SKYTURK 360 TV VE SHOW TV SİYASET MEYDANI ÜZERİNE

SHOWTV VE ALİ KIRCA İLE “SİYASET MEYDANI” ÜZERİNE…

04 Kasım 2011, 10:15
Orhan SUAT

Değerli Frekans okurlarım Türkiye’nin TRT ocağından yetiştirdiği değerli Duayen Gazeteci ve TV yapımcısı taraflı tarafsız herkesin güvenini kazanmış Ali Kırca’nın fikir babası olduğu “Siyaset Meydanı” programı önümüzdeki Kasım ayı içince bir kez daha sezona başlayacak ve altı ay boyunca sezonda her Perşembe günü gecesi Show TV ekranından saat 23.00 ten itibaren canlı yayınla seyircisiyle buluşacaktır.18 yıldan beri ayni lezzet ve tatla geç saatlerde yayına girmesine rağmen milyonlarca seyircisi tarafından izlenen “Siyaset Meydanı” yıl boyunca güncel konuların seçimiyle konunun uzmanı olan bir konuğun katılımıyla bu sezon kısmetse benimde aralarında olacağım “Halk Jürisi” önünde enine boyuna tartışılmakta izleyicilerine çarpıcı olduğu kadar yararlı bilgilerde verilmektedir. Bu yıl 2011-2012 sezonunda 18 kez Show TV ekranlarına gelecek olan “Siyaset Meydanı” nın yaratıcısı sunucusu sevgili Ali Kırca’nın kendi kaleminden “Siyaset Meydanı” tanıtımı ise aynen şöyledir buyurun okuyun…

“Bazen içindeyken görünmez insana yaşadığı hayat...Derya içindeyken deryayı bilmeyen balıklar misali...Doğruları, yanlışları görünmez... İyileri ve kötüleri bilinmez. Kıyaslanmazsa bilinmez katettiği yol...Siyaset Meydanı'nın da "yaşam öyküsü"nü, yani "biyografi"sini içinde yaşarken biz yazabilir miyiz? Hem yaşayıp hem yazabilir miyiz? O zaman dışarıdan bakanlara vermek gerekir sözü... "Dış"arıdan bakıp ta "iç"ini görenlere. Zülfü Livaneli, şöyle yazmıştı bir vakitler: "Ali Kırca dostumuz tarihe geçmeye aday... Çünkü yüzlerce yıllık 'Siyaset Meydanı' kavramını değiştirdi, ona yeni bir anlam yükledi. Bugün kime sorarsanız sorun, 'Siyaset meydanı'nı Ali Kırca'nın düzenlediği ve her sorunun tartışıldığı bir forum olarak tanımlayacaktır. Oysa Türkçe'de yerleşmiş anlamıyla 'siyaset meydanı', 'idam meydanı' anlamına gelir. Şimdi Ali Kırca'nın çabası ve başarısı sayesinde, siyaset sözcüğü ölümle değil, tartışmayla ilişkilendiriliyor.” Hikayenin nasıl geliştiğini ve nerelere gittiğini herkes görüyor zaten.. Çünkü bu macera herkesin gözleri önünde yaşandı, yaşanıyor uykusuz gecelerde...O "herkes"ten birine sözü bırakacağım bu "Biyografi"nin son satırlarında.. Ama nasıl başladığını bir tek "ben" biliyorum. Onu anlatabilirim: Çoğunuza ciddi, ağırbaşlı, önemli ve sorumlu bir ekran izlencesi olarak görünen "Siyaset Meydanı", bu satırların yazarı için bir "televizyon masalı"dır. O masal iddiası ya da hayal fırtınası olmasa, besbelli hiç kimse uykulara kan doğrayan bir fikriyat maratonunun gönüllü koşucusu olmayacaktı. Ama oldu. Çünkü bu satırların yazarı önce o masalı gündüz düşlerinde gördü.1991 Şubatının ortalarıydı. Haberlerde Bağdat'a Cruise, Telaviv'e Scud füzeleri düşüyordu. Gün henüz ağarmamıştı. Esenboğa yolunda tek tük atıştıran karın altında ilerleyen arabanın farlarından süzülen titrek ışık huzmelerine baktı. Önünde ve arkasında kimsecikler yoktu. Upuzun bir sessizlik ve simsiyah bir ıssızlıktan başka...Sessiz ve ıssız bir yolculuğun yegane yolcusuydu. Uzaklaşıyordu. Alkışlardan, dost selamlarından, düşman kelamlarından, telaşlardan, ümitler ve ümitsizliklerden uzaklaşıyordu. Geride, kırılmış vefaların, vurulmuş aşkların hüznü vardı. Zoraki bir sürgünün mecburi istikametine ve belirsiz akıbetine yol alıyordu. Hep soruyorlardı: "Siyaset Meydanı fikri ne zaman doğdu, ya da ne zaman düşündün, nasıl?" O gecenin son, o sabahın ilk saatlerinde işte...1991 Şubatının orta yerinde. Kar, Esenboğa yolunu ayaza keserken, ıssızlığın ortasında...Şehrin sessiz vedasına inat, hayli gürültülü bir dönüş merasiminin hayallerini kurarken...O "sessiz veda"nın, o "zoraki sürgün"ün sebebi de, o günlerin koşullarında "sessizliği bozan" mütevazı bir "tartışma" denemesiydi. Ne var ki...Tahammül edilememişti. O sabah karar verildi... Issızlığın ortasında... Geri dönülecek ve dönüldüğünde, sessizlik yine bozulacaktı...Hem de ne bozulmak... Hem de ne büyük gürültüyle...Sabahlara kadar... Stüdyoda onlarca, ekran başında milyonlarca kişiyle birlikte...Üç yıl sonra yine bir Şubat gecesinde... Issızlıkta kurulan o masal, o düş gerçek oldu... Sessizlik bozuldu...Takvimler 6 Şubat 1994'ü gösteriyordu. Sonrasını "Birikim" dergisinin "Siyaset Meydanı-Özel" sayısında, yazar Ümit Kıvanç şöyle yazdı: "Siyaset Meydanı diye bir şey var olmadan evvel, onca insanın, 'Ah, bir tartışma programı olsaydı da cumartesi gecesi sabaha kadar oturup izleseydik!' dediğini hiç sanmıyorum. Siyaset Meydanı kendine olan ihtiyacı kendi yarattı. Ve insanlara uyku saati gibi hiç sorgulanmayan ve yerleşik alışkanlıklarını değiştirtti. Cumartesi gecesi pek çok insan için özeldir. Fındık fıstık bir eğlence programı, dansözler vb. yerine, adında insanların çoğunluğu için en sevimsiz kavramlardan biri olan 'siyaset'i barındıran bir tartışma programı! Türkiye'nin var olan kültürel hayatında, eğlence hayatında bu normal mi? Siyaset Meydanı bu alanda gerçek insanların gerçek davranışlarını değiştirdi. Siyaset Meydanı'nın önemli bir somut yararı, ifade kanallarının son derece tıkalı, insanların da bunları oluşturmada son derece isteksiz olduğu bir ülkede, aksi halde varlığından bile haberdar olmayacağımız insanları, yaklaşımları bize tanıtmasıdır. Ayrıca bütün 'otorite'ler hilebaz değildir ve bazılarından çok şey öğrenebiliriz. Belirli bir alanda adı sanı bilinen 'otorite'nin kem küm saçmalayışlarını izlemek de bir bilgidir. Veya Müslümanlarla laiklerin tartışabilmek için birbirlerinin aleminde karşılığını bulabilecek söylemler oluşturması gerektiğinden söz eden bir ilahiyatçıyı dinlemek insanın ufkunu açabilir, ertesi günkü davranışlara yön verebilir. Bunlar, son yıllarda bir 'mitoloji' kahramanı haline getirilen 'kamuoyu'nun aslında var olmadığı bir ülkede fazlasıyla önemli şeyler. Bunca insanın bu programı izliyor olmasının, insanların zihinlerini çalıştırmalarına, tahammül yeteneklerine, etraflarıyla ilgilenmelerine, hatta, evet çoğulculuğa ve demokratikleşmeye katkısını vurgulayacağım. Çoğulculuk ve demokrasi isteyen herkesin Siyaset Meydanı'na eleştirileriyle yardım etmesi ve sahip çıkması güzel olurdu." 18 YIL BOYUNCA UYKUSUZ GECELERDE SAHİP ÇIKAN, TABULARI YIKAN HERKESE TEŞEKKÜRLER...

Biz de takipçisi ve Halk Jürisi olarak “Siyaset Meydanı’nın” babası olan sevgili Ali Kırca’yı ve yapım yönetimde emeği geçenleri tebrik eder yeni sezonda üstün başarılar dilerim

SİGARA YASAĞI VE KANSER

SİGARANIN KANSERLE OLAN İLİŞKİSİ NEDİR…

16 Kasım 2011, 12:33
Orhan SUAT

Sevgili Frekans Okurlarım her ne kadar muhalifte olsam Ülkemizde bu Hükümet zamanında son yıllarda yapılan en güzel işlerden biriside sigara yasağı uygulaması olmuştur. Bu konu geçtiğimiz ayda CNNTURK TV’de masaya yatırılan “Ergene Alarm Veriyor” konulu canlı programda bir kez daha dile getirildiği gerçektir. Her ne kadar bazı yerlerde bu yasağı delme çabaları varsa da bunu engellemek şarttır. Öte yandan gene Basında CHP Manisa milletvekili sanki başka işi yokmuş gibi TV’lerde yayınlanan “Sigara içen kişinin hastanedeki son hali videosunun” moral bozucu olduğundan yayından kaldırılmasını istiyordu. Bu nasıl bir akıl almazlıktır koskoca milletvekili sıfatına yakışmayacak bu davranışının nedeni kendisin de -sigara içicisi olduğunu açıklamamış- kalkmış millete ahkam kesiyor. Yani seçmenlerim bırakın kanserden zevkten ölsün etrafını da öldürsün diyor zihniyete bakınız. İçersin de 4000 çeşit zehir olduğunu bilimsel olarak belgelenen ve solunum akciğer kanserinin tek nedeni olan sigara dünyadan tamamen kaldırılması için mücadele veriliyorken bırakınız ölsünler ne demektir takdirinize bırakıyorum.

Gel gelelim Tütün ve sigaranın, güçlü bağımlılık yapma özelliğine bu özellik, nikotinle ilgilidir. Nikotin, morfin ve kokain ölçüsünde bağımlılık yapan bir maddedir. İçerdiği nikotin nedeniyle, sigara dünyadaki en yaygın ve en kolay yakalanılabilen ilaç bağımlılığıdır. Sigara içmeyi bir kez deneyen her dört kişiden üçünün sigara tiryakisi olması, durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Dünya Sağlık Örgütünün kriterlerine göre tiryakilik tanımları şöyledir: Günlük tiryaki: Her gün en az bir sigara içen, Ara sıra içen tiryaki: Günde birden az sigara içen, Eski tiryaki: Geçmişte en az 6 ay günde bir adet sigara içmiş, ancak şu anda bırakmış olan, Hafif tiryaki: Günde 10′un altında sigara içen, Sigara içmeyen: Hiç sigara içmemiş olan bireylerdir. Bağımlılık tanısı: Birey en az bir aydır ve düzenli biçimde sigara kullanmakta ve buna ek olarak aşağıdaki üç özellikten biri geçerli ise bağımlı tanısı alır:• Birey, sigarayı azaltmak ya da tümüyle bırakmak için ciddi girişimlerde bulunmuş, ancak başarısız olmuştur.• Sigarayı bırakma çabaları yoksunluk belirtilerine yol açmıştır. Bu belirtiler; şiddetli sigara içme isteği,(kolay uyarılma),(kaygı),konsantrasyon güçlüğü, huzursuzluk, baş ağrısı, sersemlik, gastrointestinal bozukluklar (kabızlık), öfke, kalp atım hızı azalması, uyku bozuklukları, iştah artması ve kilo almadır.• Kişi, ciddi fiziksel hastalığına (örneğin, solunum ya da dolaşım sistemi yetersizliği) ve artan yakınmalarına karşın sigara içmeyi sürdürmektedir. İşte bu konuda TV lerde dönen reklamda hastanın son hali gösterilmekte ve kendi ağzından duyduğu pişmanlık gösterilmektedir. Bağımlı tiryakiliğin belirtileri: Bağımlı sigara tiryakisi, tipik olarak, sabah uyandıktan sonraki ilk 30 dakika içinde sigara yakar ve dumanı içine çeker. Bağımlı tiryaki, en çok günün ilk sigarasından hoşlanır ve ilk iki saat içinde daha çok sigara içer. Nikotin bağımlılığı olanlar; sigarasız kaldıklarında, sigarayı azalttıklarında ya da bıraktıklarında fiziksel yoksunluk belirtileri gösterirler. Tütüne bağlı bağımlılık nedenleri; nikotinin farmakolojik özellikleri, aile yapısı, olgunlaşma düzeyi, kişilik özellikleri ve toplumsal olaylardır.

Öte yandan Kanserin nedenleri arasında kuşkusuz en önemli olanı sigara içilmesidir. Sigara içenlerde akciğer kanseri başta olmak üzere çok sayıda kanser daha fazla meydana gelmektedir. Sigara ile kanser arasındaki ilişki ilk kez geçtiğimiz yüzyılın ortalarına doğru dikkatleri çekmeye başlamıştır. O yıllarda bazı doktorlar akciğer kanserli hastaların çoğunun sigara içen kişiler olduğunu gözlemlemişler, buradan hareketle de akciğer kanserinin meydana gelmesinde sigara içmenin etkisi olabileceğini düşünmüşlerdir. İlk gözlemlere göre toplum genelinde sigara içme sıklığının %50-60 dolayında olduğu o yıllarda akciğer kanseri olan hastaların %90 kadarının sigara içiyor olması dikkatleri çekmiştir. İzleyen yıllarda bu konuyu incelemek amacı ile çok sayıda bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Bu araştırmaların bir bölümünde akciğer kanserli hastaların sigara içme davranışları sigara içmeyen kişilerle karşılaştırılmıştır. Bu incelemeler sonucunda kanserli hastalar arasında sigara içenlerin çoğunlukta olduğu ve kanserli hastaların, kanseri olmayan diğer hastalardan daha fazla sigara içmiş oldukları saptanmıştır. Bu çalışmalarla birlikte bir başka yaklaşımla sigara içen ve içmeyen kişiler yıllar boyunca izlenmiş ve zaman içinde bu kişilerde akciğer kanseri görülme sıklığı karşılaştırılmıştır. Bu karşılaştırma sonucunda sigara içenlerde akciğer kanserinin sigara içmeyenlere göre daha fazla görüldüğü net bir şekilde ortaya konmuştur. Bu konuda İngiltere’de yapılan bir çalışmada sigara içen ve içmeyen doktorlar uzun yıllar izlenmiş ve sigara içen doktorlar arasında akciğer kanseri nedeniyle ölme olasılığının, sigara içmeyen doktorlara göre fazla olduğu saptanmıştır. Sigara içenlerin içtikleri sigara sayısı arttıkça kanserden ölme olasılığı daha fazla olmaktaydı. Örneğin günde 10 tane dolayında sigara içenlerde kanserden ölme olasılığı sigara içmeyenlere göre 7 kat artarken, günde 1 paket ve daha fazla sayıda sigara içenlerde akciğer kanseri nedeniyle ölme olasılığı 12 kat veya 25 kat artmaktaydı.

Benim size acil tavsiyem sigarayı şu an bile bırakırsanız ömrünüze beş on yıl eklersiniz yok dertliyim ben kimseyi dinlemem içerim diyorsanız gene de siz bilirsiniz ama şimdiden mezar yerinizi de hazırlayınız.

30 Ocak 2012 Pazartesi

DEPREM HER YERİ YIKACAK HATTA LÜLEBURGAZ'DA ZARAR GÖRECEK

DEPREM GELİYOR VE İSTANBUL GİBİ LÜLEBURGAZDA YIKILACAK…

24 Kasım 2011, 11:58
Orhan SUAT

Sevgili Frekans okurlarına Türk milleti diğer uluslardan ayıran en büyük özelliği kaderci olması ve kaderini çizen “Allahın dediği olur” cümlesinden hareketle “Tedbir Kuldan Takdir Allahtan” sözünü dinlemeksizin daima başımıza bir felaket gelmeden tedbir almak yerine olduktan sonra salya sümük ağlamak yerlerde sürünmek suçu nedense Devlete kesmek Ünlü TV sunucusu Reha Muhtar’ın repliğini “Nerde bu Devlet Nerde bu Millet !”diye bağırmak ama her işte bunu söylemektir. Oysa Allah insanlara akıl fikir neden vermiş her işlerinde doğru dürüst olmak ve yapacakların en iyisini yapmak toplumu Toplumu ve Ailesini her türlü tehlikeden korumak görevini düşünmeyiz.

Bugün yeryüzünde en akıllı geçinen ama aslında balık akıllı bir millet olan bizler bu yüzden asırlardır çağdaş medeniyet seviyesine bir türlü ulaşmadık ulaşamayacağız da Türkiye’nin korkunç gerçeği, doğal afeti kaçınılmazımız,bir gece habersiz yatağımıza kadar girebilen, savunmasızları çürük çarık yapıları ansızın yerle bir eden DEPREM tehlikesiyle yaşamamıza karşın nedense hala tedbir adına yapılan göstermelik işlerden sonra unutup gittiğimizden gün gelip bir yerde yaşadığımızda dağılıyoruz ve toplum olarak üzülüyoruz. Oysa en temiz örneğimiz Japonya gibi ateşe dağa taşa Buda’ya tapan iki felaketi ayni anda (deprem-tsunami) yaşayan ülke çok geçmeden çok önceden aldığı tedbirlerle yaşam dönüyor ve yaralarını sarıyor örneğin son Japonya’da yaşanan Tsunami ve Depremde şehirlerinde en son sistem alarm ve uyarı sistemleri kurulmuş olduğunu TV den dakika dakika yaklaşan Tsunami tehlikesinin o şehrin halkına anında hemde canlı yayınla tehlike var anonslarla duyurulduğunu gördük yaşadık.

Şimdi size soruyorum ? Lüleburgaz’da 22 mahalle var hatta –Uzay mahallesi diye üvey evlat bir mahallemiz daha varmış- şehrimizde Japonya gibi bir felaket olsa acil felaketlerde veya günlük hayatta kullanacağımız ALARM veya ANONS sistemi varmı? yokmu? var olan göstermelik yetersiz nuh nebiden kalma Belediye ANONS sistemimiz yaşanacak olası bir felakette bize ne derece yardım edecektir bir düşünün.Yerel Basından Belediyenin Trilyonlarının havaya savrulduğu kaybolduğunu duyduğumuz,sözde etkinlik adına Burgaza kalıcı bir şey vermeyen faaliyetlere harcayacağınız milyarlarla şimdiden en son sistemle şehrimizin her bir köşesine kuracağınız acil duyuru anons alarm sistemini şimdiden yapmazsanız depremde çok ağlarsınız

Ey Lüleburgazlılar ben görürüm yada görmem ama biliniz ki nasıl ki Üsküp’te Bükreş’te olduğu gibi Marmara’da Trakya’da İstanbul da deprem olacak ve bunun etkisi tüm tarkya şehirlerini hatta Lüleburgaz’ı da vuracaktır. Yani Lüleburgaz’da böyle bir depremde nasibini alacaktır ve insanlarımız gene ölecektir. Gelin şimdiden tedbirinizi alın takdirinizide yine Yüce Allaha bırakınız diyorum. Yaşadığımız bu kentte yüzlerce İnşaatları denetleyini varmıdır? Lüleburgaz’da her yerde olduğu gibi 70 yıllardan beri inşaatlarda rant kapısı oldu. Teknik adam olmadığım halde Lüleburgaz’da yapılan eski binalardan ve hele bitişik nizam inşaat ruhsatı verilen yerlerde zamanında adına “bokluca deresi”daha kibar olsun diye şimdi “bülbül deresi” dediğimiz alanın çevresindeki inşaatların yine özellikle Lüleburgaz Deresi boyunca her iki yanında derenin taşıdığı alüviyonlu yığma toprak üstünde yapılan tüm inşaatların ilk depremde yıkılacağını söylersem kahinmi olacağım. Burada oturanları günü gelipte depremden ölmemeleri için şimdiden uyarmak ve diyorum ki İstanbul’u vuracak deprem Trakya’yıda bizi de vuracak bizde zarar göreceğiz bu kehanet değil deprem gerçeğidir.Bende bu tehlikenin içindeyim ama tek güvenim oturduğum ev 1999 deprem sonrası planlarla yapılmış olmasıdır.

Son yaşanılan Van depreminin ardından yazılı Basın köşe yazarları kovboy şapkalı kızılderili tipli bilim adamları, herkes yazdı çizdi halada yazılıyor. TV larda aynı kareleri döne döne ekrana getirdi. Yeni yeni acıklı öyküler yazıldı, insanların acıları reytingler uğruna araya sıkıştırılan imgelerle naklettirdi. Azra bebek kurtuldu ama Yusuf öldü. Gerçekten acıydı yaşananlar, çok acıydı ama acı çekenlerin dışında bilmem kaç gün sonra güncelliğini yitirecek bu acıdan nemalananlar yeni nemalara kapılıp bu acıya da birer nokta koyacaklar. Özetle 1999 Marmara’da olanı 12 yıl evvel seyrettiğimiz bir filmi başa sarıp yeniden izler gibiyiz. Ne bir eksik ne bir fazla aynı acı,aynı şaşkınlık,aynı söylemler, aynı kargaşa aynı aynı. Ben Lüleburgaz aşığı bir yazarım aklıma takılanları yazmak istedim. İzmit ,Gölcük ,Yalova Düzce depremi aslında geliyorum dedi, tüm depremler gibi saatini söylemeden ama zamanının geldiğini söylediler.Kocaeli yerel televizyonları bu konu üzerinde konuşma yaptılar, sivil savunma kuruluşları sokaklarda el ilanı dağıttı, belediyeler uyarıldı, vatandaşların kulağına fısıldandı. Sonuç ortadaydı, bilanço çok çok ağırdı, bende o gece Silivri’de Lüleburgaz deniz evlerinde yaşadığım 45 saniyeyi asla unutamayacağım, depremin cehennemi uğultusu duyduğumda kesilen elektrikte ilk aklıma gelen İstanbul yıkıldı gitti dedim. Sabahleyin TV den Radyolardan İzmit’te Gölcük’te Yalova’da vs yerlerden yerle bir olan binlerce bina içerisinde barındırdıklarını toprağa denize gömdüğünü duyduk. Yaşayanlar ise korkunç bir travma altına girdiler. Sonrasında işte hepimizin bildiği gibi yardımlar, toplanan paralar, hastaların ilk yardım bakımı, prefabrik konutlar vs. Van veya Kütahya veya Elazığ veya Dinar veya İstanbul. Deprem gerçeği Türkiye’nin gerçeği.Peki böyle bir gerçeğimiz varsa ki! Var. Bu gerçeği görmemiz için illa deprem olması mı gerek? Neden toprağın kaldıramayacağı binaların dikilmesine göz yumuyoruz? Niye yaptığımız derme çatma gecekonduların üzerine çocuklarımıza kat çıkıyoruz? Bizim bunca şehircilik sorunumuz varken niye duble yolların kavgasını yapıyoruz? Çok seyredilen dizilerin arasında bir iki satır deprem gerçeğini neden hatırlatmıyoruz? Madem bir şehri yeniden kurabilecek yardım toplayabiliyoruz da bunu neden depremden önce yapmıyoruz? Yardım toplamak, binaları yeniden yapılandırmak için 68 genç Öğretmenin veya Yunusların, Serhatların cansız bedenlerini çiğnemek mi gerek? Birlik, beraberlik kurabiliyorsak bunun için illa bir felaket olmasımı gerek?

Bizim tüm duygularımızı, gözyaşlarımızı,acılarımızı,sevinçlerimizi,isyanlarımızı yöneten en büyük patron Görsel Medya neden daha çok yeni olan İzmit Gölcük Yalova Simav Van depreminin sonuçlarını görmek için görselliğini kullanmıyor? Depremle ilgili benim aklıma bu kadarı geldi, bu sorular o kadar çoğaltılabilinir ki! Depremle birlikte ortaya çıkan bir sürü gerçek de bir süre sonra nedense unutuluyor. Ekranlarda tüm Bilim adamları avaz avaz bağırıyor, biz onları deprem olduğunda dinliyoruz. Sivil toplum kuruluşları bu felaketlerde can damarımız oluyor ama nedense onlar da depremin acısı geçince unutuluyor. Bazı akıllı ve dürüst insanların kurduğu “Akut” gibi çok değerli arama kurtarma kuruluşları kendi imkanlarınla ayakta durmaya çalışırken onlara yardım etmeği hiç aklımıza getirmiyoruz. Varsa yoksa KIZILAY diyoruz da onlarda maalesef felaketler ülkesine yetişemiyorlar. Bugün Van depreminden kurtulan kardeşlerimiz korkunç acı içinde, aç,açık ve soğukla yaşam savaşı verirken bir yandan da kaybettiklerinin acısıyla yanıyorlar. Çadırlara, yardım konvoylarına tabiri caizse söylendiği gibi saldırmaları o kadar doğal ki! bunu o acıyı yaşamayanların bilmeleri imkansız. Bu yıkımın ardından ruhsal dengesini yitirmemiş kimsenin olacağını düşünülmez. İşte buda deprem sonrasının en acı gerçeği; iletişimsizlik, plansızlık, vurdum duymazlık, beceriksizlik...

Ne yazık ki!!! önümüzde bir de Marmara denizi ve İstanbul depremi var, yıkımın korkunçluğu asıl burada. On milyonu geçmiş bir nüfus ve çarpık yapılaşmasıyla. Düşünmesi bile hafızaya sığmaz.Ara ara unutulsa bile sonrasında dünyanın neresinde olursa olsun en ufacık bir deprem sonrası hatırlıyoruz. Ve artık ilkokul öğrencileri dahi bu gerçeği biliyoruz. Peki ne yapıyoruz, koca bir hiç. Deprem olsun sonra düşünürüz, öyle ya ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Ben görmem ama gelecek kuşaklar Marmara da İstanbul’da yaşayanlar göreceklerdir.Depremden hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmetler dilerken tüm Devlet ricaline sesleniyorum ,siyasilere bağırıyorum ,vatandaşlarımıza yalvarıyorum lütfen diyorum tedbirinizi alınız. Deprem öldürmez çürük binalar sizi öldürür her yerde olduğu gibi Lüleburgaz’da da Deprem mutlaka olacak yıkıldıktan sonrada kaderim buymuş deme ağlama bu kader değil senin gibilerin zavallılığındandır daha ne yazayım anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az daha ne denir ki…Allah korusun denir…

ÖZEL DERSHANELER ÖZEL OKUL OLMALIDIR

EĞİTİM SİSTEMİMİZ ÇÖKTÜMÜ?

02 Aralık 2011, 10:16
Orhan SUAT

Değerli Frekans Okurlarıma bizim öğrenciliğimiz zamanımızda ne dershane vardı ne başka bir özel okul vardı nede özel ders veren öğretmen vardı. Bizler Öylesine sıkı ve sert disiplin kurallarıyla yetiştirildik sağa baktın suç sola baktın suç sayılır okulda yediğimiz dayaklar deyime uygun Tuna’ya köprü olurdu Aileler çocuklarını öğretmene verirken “Hocam eti senin kemiği benim” derler öğretmen sanki kasapmış gibi çocuğu alacak etini kemikten sıyıracak değil tabii sadece iyi bir eğitim verecek adına bu denirdi. İşte bu şartlarda ve o dönemlerde okuyanlar ya tam okur yada okulu bırakır bir zanaatkar yanında alaylıdan meslek öğrenirdi. Tabii her meslek için önce çırak sonra kalfa sonrada usta olunurdu. İşte bu nesillerden bugünkü Profesörler doktorlar pilotlar öğretmenler subaylar mimarlar mühendisler vb insanlarımız yetişmiştir. Bütün bu eğitim hayatımızda oyuna da vakit bulur mahallede bilinen her türlü çocuk ve gençlik oyunlarımızı da oynardık. Uçurtma uçururduk. Körebe yakantop uzuneşek misket zıpzıp istop vs hep bilinen oyunlardı. Okuduğum yıllarda öğrenimin yanı sıra en önemlisi Eğitim de vardı. Okullar önce Eğitim sonrada Öğrenim yapılan kurumlardı. Evet bizim zamanımızda şimdi Cem Yılmaz’ın dediği gibi “EĞİTİM ŞART” felsefesinden hareketle her zaman eğitilirdik. Bayramlar bambaşka bir coşku içinde kutlanırken Atatürk Vatan Millet Bayrak Ezan sevgisiyle büyüdük eğitildik yetiştik son olarak ta kutsal asker ocağında piştik böylece yaşamda adam gibi adam olduk. Özetle biz acılı kuşaktık ama bizden öncekiler belki de daha da acılı kuşaklardı.

Günümüzde ise Öğrencilerimiz okullarda eğitim yerine öğretime odaklanmışlar bütün amaç öğrenmek ve üniversite sınavında başarılı olmak için kurgulanmış. Eğitim ise sıfır ne disiplin kalmış nede eğitim adına verilen terbiye özelliklede İlköğretim okullarımızda tam bir belirsizlik hakim öğretmenler sözde dersi anlatıp görevimi yaptım derken okulda yada sınıfta eğitim nasıl olur hiç düşünmüyorlar görevimi yaptım diyerek çekip gidiyorlar.Şimdikilerin şanslı mı şanssız mı olduklarını anlamadım daha çocukluklarını yaşayamadan SBS ile tanışıyorlar ve çok erken yaşlarda sınav yarışına başlıyorlar. Yapılan araştırmalar dershaneye gitme yaşının 10′a düştüğünü belirtiyor.

SBS yılları geçtikten bir kaç sene sonra bu kez daha büyük bir yarış başlıyor, ÖSS. ÖSS’de geçtikten birkaç sene sonra da KPSS. Bu tabloyu kısaca özetlersek; 10 ile 30 yaş arası insanımız dershaneye bağımlı hale getirilmiş durumda. Fethiye’de ailesi fakir olduğu için dershane parası bulamayan bir öğrenci nasıl intihar ettiği hala akıllardadır. Çocuklar çocukluklarını yaşayamıyor, yetişkinler en üretken çağlarında KPSS ile uğraşıyorlar. Bu durum insanımızın psikolojisini alt üst etmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Bu ara basında çok fazla duyduğumuz bir başka haberlerde yine sınav stresinden dolayı geçtiğimiz günlerde Adana’da intihara kalkışan üç kuzen de bu durumun bir sonucu.

Birer Eğitim ve Öğretim yuvası olması gereken dershaneler maalesef birer ticarethaneye dönüşmüş durumda. Üstelik açılan onlarca Dershane kimin nesidir kimin fesidir belli olmadan okullar gibi asla denetlenmediklerinden dertleri sadece para kazanmak olmaktadır. O halde okullar niye var? Bu durumun yaşanmasının en büyük nedeni ise eğitim sistemindeki değişik türde okullar olduğundandır.Anadolu liseleri, Fen liseleri, kolejler,İmam hatipler meslek okulları normal okullar. Çocuklukta SBS, gençlikte ÖSS ve yetişkinlikte KPSS.Çocuklukta SBS, gençlikte ÖSS’ye giren öğrencilerin büyük bir bölümü, bu kez yetişkinlik yıllarında ise KPSS’ye girecektir. KPSS’ye giren adayların büyük bir bölümü ise öğretmenlerdir. Memur olmak isteyenler de KPSS’ye girmektedirler. Sistem öyle çarpık işlemektedir ki, bazı bölümler KPSS’de 100 tam puan alsalar dahi atamaları olmamaktadır. Aslında onların önünde bir de büyük bir belirsizlik vardır. Milli Eğitim Bakanlığı hangi branşlardan alım yapacağını önceden açıklasa, bu insanlarımız en azından koskoca bir senesini sınava harcamayacak ve kendi alanına yönelebilecektir. Bizim eğitim sistemimiz gençlerimizi psikolojik bir baskı altına sokmakta, onları ölüme ve intihara sürüklemektedir. Yine geçtiğimiz haftalarda KPSS’den dolayı genç bir öğretmen intihar etmişti. Yıllarca yapılan yanlış uygulamalardan vazgeçelim. Milli Eğitim Bakanımız en büyük kaynağın eğitime harcandığını söylüyor. Kuşkusuz fiziki alt yapıya, dersliklere, yeni okullara ihtiyacımız var. Ancak bunlardan daha önemli olan kaliteli eğitim gibi ihtiyaçlara öncelik verilmeli. İhtiyaçlar önceliklere göre halledilmeli. Son sözüm Dershaneler ticarethane olmaktan çıkarılmalı madem çok iddialı ve başarılı iseler özel okullara dönüştürülmelidir.


GIDA TERÖRÜ NEDİR NASIL ÖNLENİR?

HER YERDE GIDA TERÖRÜ VAR AMA GÖREN YOK…

09 Aralık 2011, 12:50
Orhan SUAT

Değerli Frekans okurlarım biliyorum ki şimdi bazı sahtekarlar bana kızacak sana mı kaldı memleketin halini düzeltmek diyeceklerdir. Benim zaten doğru olan esnafa lafım yoktur sadece yamuk ve sahtekar olanları uyarmak adına yazıyorum.Çoğu zaman medyada, internet ortamlarında, vatandaş olarak bizleri üzen ve maalesef gıda terörü olarak adlandırılabilecek kadar vahim, gıda raporları ile karşılaşıyoruz. Özelliklede usta Gazeteci ve Televizyoncu Uğur Dündar’ın yaptığı programlarında beler gösterdiğini herkes biliyor.Son olarak Gıda ve Tarım Bakanlığının hazırladığı gıda raporu sonuçları adeta insanın kanını donduracak nitelikte. Yediğimiz, içtiğimiz her şeyi kapsayan ve medyada yeterince yer alan bu raporun detayına girmek istemiyorum, ancak benim burada merak ettiğim halkımız gıda terörü hakkında yeterince duyarlımı.Tükettikleri ürünleri sorguluyor mu, örneğin bakkal-market vs alış veriş için gittiğinde, ürünlerin içerisindeki katkı maddelerini okuyor mu, yada sadece kodları yazılan bu maddelerin ne anlama geldiğini üreticilere soruyor mu? O an içinde bulundukları, gıda tüketilen mekanlarda (fırın pastahane, çorbacı köfteci özellikle çiğ köfteci lahmacuncu lokanta balıkçı kasap manav vsde) önlerine getirilen gıdaların yemeklerin içeceklerin sorgulamalarını yapıyor mu? Üreticiye kullandığı malzemeler hakkında soru soruyor mu?. Sofralarımıza gelen ve tükettiğimiz gıdaların, üretim öncesi ve üretimi aşamasında, tarlalarda, seralarda vs, çalışan işçiler patronlarına kullandıkları hormon-katkı maddelerinin kanserojen etkileri hakkında soru soruyorlar mı? Ulusal ve yerel Medya ya da seslenmek istiyorum, sizler reklamını yaptığınız ürünlerin içeriklerini, tarladan sofraya, fabrikadan markete kadar, araştırma veya sorgulama ihtiyacı hissediyor musunuz? Gıda terörünün halkalarını daha da örneklemek mümkün, ancak birazda çözümlerden bahsetmek istiyorum. Aslında çözüm önerimin merkezini makalemin başlığına koydum, burada biraz detayına girmek istiyorum. Bana göre gıda terörünün çözümü, herkesin doğal beslenme uzmanları olması. Peki bu nasıl olacak ? İnsanlar nasıl doğal beslenme uzmanları olacak. Hemen aklımıza gelen birkaç pratik çözüm önerilerimizi, burada sıralamak istiyorum:

Devlet vatandaşlarını eğitecek ve bireysel uyandırma zemini oluşturacak Üniversiteler, Toplum Sağlığı Merkezleri, İlgili bakanlıklar, Valiliklere bağlı MEB Halk Eğitim Merkezleri kanalıyla tüm yurtta düzenleyecekleri haftalık veya üç günlük devreler halinde kurslar seminerler konferanslar, toplantılar sonucunda verecekleri belgelerle yine tüm medyada günlük spot- kısa akılda kalıcı pratik tavsiyeler içeren programlar, vs). Eğitilen vatandaşlara mutlaka özel kimlik belgeleri düzenlenecek ve bu kişilere ‘Fahri Gıda Denetim Müfettişi’ benzeri bir sıfat verilerek, adeta gönüllü toplum sağlığı zabıtalığı sistemi kurulacak.Zaman zaman yapılan denetimlerde “Bu esnafın Gıda Sağlığına uyduğu görülmüştür.ürünü tavsiye edilir” denir yada “uygun olmadığından tavsiye edilmez” diye bir belge asması istenir.

Ülkemiz ilerleyen yıllarda Avrupa Birliğine girecek deniliyor biz daha Gıda Terörünü çözemezsek Avrupa birliği bizi nasıl ve neden alsın.Bu konuda maalesef tüm ülkemizde ve hatta şehrimizde bugüne kadar Gıda denetimi yapıldığına tanık olmadım.Acaba Kasaplarda bu kadar pahalı olan etin yerine neler satılıyor bilen var mı?Lokantalar aşevleri hatta son zamanlarda pıtırak gibi her köşebaşında açılan kokudan yanından geçilmeyen inek memesi katılmış “Tavuk Dönerciler” acaba ne eti kullanıyorlar biliyormu? Pazarlarda marketlerde satılan tarihi geçmiş yüzlerce gıda maddesini acaba ne yapıyorlar? Şehrimizde bulunan yüzlerce gıda satan işleyen işyerinde ben bugüne kadar “Zabıta” adına veya “Sağlık Bakanlığı” yada “Gıda Tarım Bakanlığı” adına yapılan hiçbir denetim duymadım görmedim.Pastaneler de Fırınlar da Gıda Üretimi yapılan her türlü yerde acaba hijyen kurallarına ne derece uyuluyor fareler cirit atıyormu ? Çalışanların sağlık karneleri ciddi olarak denetleniyor mu yoksa göstermelik mi yapılıyor? Memlekette her yerde fırın var tamam olsunda suyu nerden alır kuyudan mı çünkü fırıncılık su ile un işidir?

Her yerde olduğu gibi maalesef İlçemizde de çok büyük Gıda terörü vardır.Yerel Basında gün geçmiyor ki At eti kesen ve satan kasaplar kokmuş balık satan balıkçılar eksik ve fare boklu ekmek satan fırınlar kirli paslı bodrumda gıda üretimi yapan pastahaneler hastalık saçan kahvehaneler halka günü geçmiş gıda satan AVM ler haberi olmasın ama maalesef her alanda olduğu gibi nemelazımcı kafalar bunu görmemezlikten gelmekte halkımızda şikayet konusunda Avrupa’da olduğu gibi değil de tamamen isteksiz ve yetersiz olduğundan bu konular bazen gün yüzüne çıksa da kapatılıp arkası aranmadığından bu işi yapanlar diledikleri gibi at oynatmaya ve halkımızın sağlığı ile oynamaya devam etmektedirler.Biz gerçekleri yazsak ne yazacak adamlar o kadar profesyonel olmuşlar ki utanmazlık ahlaksızlık yalancılık düzenbazlık meslek olmuştur.Ama artık uyanma zamanı gelmiştir Almanya’da olduğu gibi Halk olarak bunu yapanlara ve onlara göz yumanlara karşı çıkmak şikayetçi olmak zamanıdır.Lütfen her konuda suç duyurunuzu İl ve İlçe Tarım Müdürlüklerinde “Alo GIDA” telefonuna yapınız derim.


UĞUR DÜNDAR ADAM GİBİ ADAMDIR NE DERSE DOĞRUDUR

DOSTUM VE AĞABEYİM UĞUR DÜNDAR NEDEN İŞSİZ KALDI..

23 Aralık 2011, 10:22
Orhan SUAT

Sevgili Frekans Gazetesi okurları Türk medyasının görsel ve yazılı basınının son 40 yılına damgasını vuran isimlerden biridir Uğur Dündar,kendisiyle tanışmam ve dost olmam uzun yıllar öncesinde 1974 yılına kadar gider o yıllarda siyah beyaz ekranlı TRT de yapımcısı olduğu “İşte Hayatımız” programında Yenice beldesi yakınındaki “Mıktanıslı Yol” çekimleri için İstanbul’a gidip TRT Kuruçeşme’de kendisini Lüleburgaz’a davet ettiğimde gözleriyle görmeden böyle bir olayın olamayacağını dolaysıyla ama sırf gönlümü almak için geleceğini söylediğinde çok sevinmiştim.Ertesi hafta ekibiyle ilk kez konuk olarak geldiği Lüleburgaz’da dönemin Belediye Başkanı Sn Özcan Değirmencioğlu -kendisi halen sağdır- şahidimizdir hep beraber gittiğimiz Demirköy-İğneada yolu üzerinde Yenice köy yakınındaki “Yürüyen Yol” da yapılan çekimlerde her nasılsa yokuş yukarı geri geri giden otomobillerin TV çekimi sonrasında, Ataköy’de çektiğimiz “Uzaylı Çancı” ile sonrasında İstasyon’da çekilen “Canlı Banka Süleyman”görüntüleri ülke çapında ses getirmiş bu vesileyle başlayan dostluğumuz günümüze kadar daha da artarak devam etmiştir.

Kendisinin TRT’de başladığı meslek yaşamını özel televizyon ve gazetelerde sürdürmüş, önemli toplumsal haberlere imza atmıştır. Hangi birisini yazsam herkes bilecektir. Özellikle İskenderun Soğukoluk’ta küçük yaştaki kız çocuklarına fuhuş yaptırılmasını ortaya çıkardığı programı televizyon karşısında milyonlarca kişiyle birlikte dehşet içinde soluksuz izlemiştim. Bakırköy Akıl Hastanesi’ndeki işkenceyi, bakımsızlıktan ölen hastaları, beton altından çıkarılan insan iskeletlerini anlattığı programı ve sonrasında burasını düzelten merhum Dr Yıldırım Aktunayı nasıl unuturuz, yaşı 40’ı aşmış olanlardan hatırlamayan yoktur herhalde. Dolmabahçe Sarayı’nın depolarında çürümeye terkedilmiş nadide tarihi eserleri Uğur Dündar’ın bir başka programı sayesinde öğrenmiştik. Silah, uyuşturucu, sigara, döviz ve altın kaçakçılığını anlattığı programların yanı sıra İSKİ skandalıyla ilgili haberleri de büyük yankı uyandırmıştı. Yine organ mafyasına eğildiği, onları gizli kamera görüntüleriyle belgelediği programa şapka çıkarmamak mümkün değildi. Tıpkı başta Emlak Bankası Genel Müdürü olmak üzere pek çok bürokratın, devlet görevlisinin karıştığı rüşvet ve yolsuzluk skandallarını ortaya çıkarması gibi. İstanbul’un en değerli mülklerinden İpar Köşkü’nün, bir ünlü banker Kastelli’nin eline yasadışı yollardan nasıl geçtiğine de Uğur Dündar’ın programı sayesinde tanık olmuştuk. Yine Susurluk Çetesi olaylarının aydınlatılmasında öldürülecekler listesinde iken kaderin bir cilvesi hayatı bağışlanan Türkiye’de son kırk yılda gazetecilerin yaptıkları haberler, yazdıkları yazılar ve kitaplar nedeniyle öldürüldüğü düşünülecek olursa Uğur Dündar’ın kelle koltukta, hayatını hiçe sayarcasına bir gazetecilik yaptığı gerçeği ortaya çıkar. Uğraştığı, işlerini bozduğu, tekerine çomak soktuğu insanlar yasadışı silahlı adamlardır, mafya liderleridir, iş dünyasının büyük isimleridir, siyaset adamlarıdır, etkili bürokratlardır. Uğur Dündar deyince akla gelen ilk görüntülerden biri de tabii ki Çeçen militanlarca içinde 200’den fazla yolcu ve mürettebat olduğu halde kaçırılan Avrasya feribotuna militanlarla röportaj yapmak için helikopterden atlamasıydı. TRT’de bin lira maaşla çalışırken, Fahrettin Aslan’ın sahneye çıkması için arkadaşı dostu Müjdat Gezen aracılığıyla yaptığı 1 milyon liralık teklife “Ben gazeteciyim” deyip ret cevabı vermesi de parayla satın alınamayan bir kimse olarak kuşkusuz Dündar’ın artıları arasındadır. Yıllar sonra Türk medyasında büyümek isteyen Korkmaz Yiğit’in 5 milyon dolarlık transfer teklifine de olumlu yanıt vermemişti. Son yıllarda Ülkemizdeki Gıda Terörü hakkında yaptığı haberlerinde inanılmaz görüntülere imza atarken yine Kumbağ’da Tuğla fabrikalarında esir gibi çalıştırılan “Çocuk işçilerin” haberlerini yaptığından mafia tarafından tehdit edilen mahkeme kapılarında süründürülen ama yıllar sonra bu haberin doğru olduğunu devletin bu konuda gerekli yasal düzenlemeleri yaptığını öğrendiğimiz için Uğur Dündar’a minnet borçlu olduğumuz bir gerçektir.Yıllardan beri doğruluk dürüstlük simgesi haline gelen “Kuş Gribi” salgınında çöken Tavuk eti sektörünü kurtarmak için bedavaya çektiği reklam filmi ile sektörün milyon dolar teklifini gene ret eden Uğur Dündar bu sektörü kurtarmıştır.

Bundan bir yıl önce Frekans gazetesi “Yılın Gazetecisi” ödül töreni ve “İŞTE HAYATIM” kitabının imza günü için halen tutuklu olan arkadaşı sevgili Nedim Şener ile beraber geldiği Lüleburgaz’da “Ergene” nehri ve Kanser hakkında yaptığı haberle gündem yaratan Ergene Nehrinin kurtarılması için yürütülen çalışmaların hızlanmasına destek veren yaptığı tüm haberlerinde topluma hizmeti düşünen asla kalemini satmayan bir insan olan sevgili Uğur Dündar bunca dürüstlüğüne karşın her zaman yaranamadığı çirkin siyasetçilerin gadrine uğramıştır. Yine hayatı boyunca Siyaset dışında kalan kendisine her partiden yapılan onca siyaset davetini elinin tersi ile iten partimize gel Milletvekili Bakan olacaksın tekliflerini hep geri çevirmiştir. Atatürkçülük ve Kemalizm çizgisinden asla taviz vermeyen Vatanını Milletini Bayrağını seven bir kimse olarak her zaman şimdi olduğu gibi siyaseten darbe yemiş ve TRT den ve çalıştığı gazetelerden ayrılmış işsiz kalmıştır. Özel Televizyonlarda çalışırken görev aldığı her kanalda özelliklede isim babası olduğu “ARENA” programıyla ekranlara damga vuran Uğur Dündar bugün yaranamadığı Hükümetin baskıyla Doğan Medya Grubundan ayrılmak zorunda bırakılmış ve bir bakıma susturulmuştur. Aslında Vatana Millete yaptığı bunca yararlı hizmetleriyle “Üstün Hizmet Madalyası” verilmesi gereken bir insan olan Uğur Dündar’a karakter olarak aynen benzediğinden kendisiyle kırk yıldan beri dost olmaktan büyük bir onur duyuyorum.

Kim ne derse desin benim için sevgimde ve dostluğunda ayrı bir yeri sevgili ağabeyim ve büyük dostum Uğur Dündar’a gerek şahsım ve gerekse ARENA’DA yer verip yaptığımız röportajla adını milyonlara duyurduğumuz öksüz ve yetim bir kahraman Türk Subayının adını kurtardığı Lüleburgaz’da bir okula verdirdiğimiz “Şht.Hv.Plt.Ütgm İbrahim Gerçek” adına en derin şükranlarımı sunarken kendisine her zaman ve her yerde sağlık ve mutluluk dolu nice yıllar diler, Türkiye de milyonlarca seveninin dualarıyla hala bir ulu çınar misali ayakta kalan Uğur Dündar’ı en kısa zamanda tekrar aşığı olduğu TV ekranlarında göreceğimizi ümit eder kendisine başarı dolu bir hayat selam ve sevgilerimi sunuyorum.


SAĞOLSUN PROF DR BİNGÜR SÖNMEZ VAR SARIKAMIŞ UNUTULMAZ

PROF DR BİNGÜR SÖNMEZ HOCAMIZIN VEFASI SARIKAMIŞ HAREKATI NEDİR?

03 Ocak 2012, 12:46
Orhan SUAT
Osmanlı Devleti harbe; 1878’den beri Rus işgalinde bulunan Kars, Sarıkamış, Ardahan gibi doğu illerimizi geri almak, Doğu Avrupa’da Ruslarla harp hâlinde olan Almanlara yardım etmek, kazanılacak bir zaferle Kafkaslar ve Orta-Asya’daki Türk illerinin kapısını açmak maksatlarıyla, başta Enver Paşa olmak üzere, iktidarda bulunan İttihatçılar tarafından sokuldu. Türk bayrağı çekilip, Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman zırhlısı, Karadeniz’deki Rus limanlarını bombardıman etti. Rusya da buna karşılık olarak 30 Ekim 1914 tarihinde Türkiye’ye taarruz etti. Rus-Kafkas ordusu, Karadeniz’den Ağrı Dağındaki hudut üzerinden yedi kol hâlindeki saldırısıyla Pasinler’e kadar ilerledi. Rus ordusunun taarruzu, Köprüköy’de durduruldu. Üçüncü ordu, 3-9 Kasım 1914 günlerinde meydana gelen Köprüköy Meydan Muharebesinde Rus ordusunu yendi. Üçüncü Ordu Komutanı, mevsim şartlarını dikkate alıp, ayrıca askerin kaput başta olmak üzere, giyim ve iâşesinin yetersizliğini, top ve süvari atlarının azlığını hesaba katarak, sıcağı sıcağına düşmanı takip etmedi. Köprüköy Meydan Muharebesinin raporlarını alan, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilen Harbiye Nazırı (Millî Savunma Bakanı) Enver Paşa, Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi. Enver Paşa, Erzurum ve Köprüköy’de birer taburu teftiş etmişti; ancak ordu birliklerinin tamamı hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Üstelik, ordu kumandanı Hasan İzzet Paşanın, bu mevsimde harekât yapılamayacağı, taarruzun bahara bırakılması tavsiyesine karşılık, onu vazifesinden azletti ve taarruza karar verdi. Üçüncü Ordu Komutanlığı vazifesini de üzerine alan Enver Paşa, 18 Aralık 1914 tarihinde, kıtalara, taarruz emrini verdi. Taarruza iştirak eden birliklerin büyük bir kısmı, özellikle Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’dan sevk edilenler, sıcak iklime alışık olup, teçhizatları yönünden kış şartlarına hazırlıksızdı. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma Harekâtına başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de, Ardahan’a hareket etti. Üçüncü Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zayiat ve kayıp verdiler. Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış’ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış’taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmî Türk çeteleri de, 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine; 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye, günde birkaç defa yalvarırcasına başvurarak: “Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu. Kış, 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar, yolları tıkayıp, çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, 150 000 kişilik ordunun 90 000’i (veya 60 000’i) donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklarla mahvoldu. Sarıkamış İstasyonuna giren Enver Paşa, bu felaket karşısında, Üçüncü Orduyu yüzüstü bırakıp, İstanbul’a döndü. Bu harekâtta Ruslar, 32 000 kayıp verdiler.Sarıkamış Harekâtı; kuşatma harekâtıyla düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan, başarılı bir plândı. Ancak, stratejinin faktörlerinden zaman iyi değerlendirilmediği, kuvvetler de böyle bir harekâtı yapacak şekilde teçhizatlandırılmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı.
Ordunun kış şartlarına hazır olmaması ve olumsuz iklim şartları sebebiyle ikmal ve iaşe hizmetlerinin yapılmayışı, kıtalarda açlığa, hayvanların telef olmasına, dolayısıyla birliklerin dağılmasına sebep oldu. Enver Paşanın şuursuzca verdiği gece taarruzu emirleri, kayıpları daha da arttırdı. Sarıkamış Harekâtı sonunda, Doğu Anadolu kapıları, Ruslara açıldı. 13 Mayıs 1915’te Ermenilerin işbirliği yaptığı Rus kuvvetleri, önce Van’a, bilâhare Muş ve Bitlis’e girdi. Ermenilerin harp esnasında Ruslara yaptıkları büyük hizmetin karşılığı olarak, bu illerin valilikleri, Ermenilere verildi. Harpten sonra, Ermeni-Rus işbirliği sonunda, bölge halkına karşı müthiş bir soykırıma girişildi. Van Gölünün ortalarına kayıklarla taşınıp öldürülen, suya dökülen çocuk, kadın, genç ve ihtiyar Türklerin sayısı, kesin olarak tespit edilmemesine rağmen, çok fazladır. Esasen, bu harp sırasında Ermeni Komitacıları, hemen her tarafta isyana hazırlanarak, birçok yerde depolar dolusu silah ve cephane biriktirdiler. Bu silah, teçhizat ve destekle katliam yapıp, Doğu Anadolu’yu harabeye çevirdiler.İşte bugün dahi Fransız Meclisinde yapıldığı kabul edilen Ermeni Soykırımı yalanına cevap için bunca acıların yaşandığı Sarıkamış Harekatı ve savaşında donarak ölen 90 askerimizin anısını bir kez daha minnet ve saygı ile anıyoruz ölenlere Allahtan rahmetler diliyor inşallah bu yıl 100 yılı Kutlanacak olan Balkan Savaşı içinde ayni şekilde sahiplenilmesini temenni ederim.